21 Nisan 2010 Çarşamba

ŞİİR MAHKEMESİ



Ben bir sazdım
türkülerden kaçamazdım
seni böyle yazdım
mızrapla telin arasına

Ben bir sözdüm

hep dilimin altında gezdim
ve seni böyle süzdüm
İki dudağımın arasına

Ben bir suydum
Yüreğimin sesine uydum
Seni duyduğum gibi soydum
Kağıtla kalemin arasına

Ben bir kördüm
Sende çok şeyler gördüm
Ve seni böyle sürdüm
Tuzla balın arasına

Ben bir oktum
Ucu ve izi yoktum
Kendimi zorla soktum
Dikenle gülün arasına

Ben bir şairdim
Bir sevgiye aşerdim
İşte böyle yeşerdim
Ateşle külün arasına

Sonunda un oldum
Bir ateşe dokundum
Ve sıcak bir ekmek oldum
İki elin arasına


İlk selam
içinde kanım gibi
kırmızı mürekkebi olan
Mavi bir dolmakalemdi

İlk dilekçe de
Ürkek bir serçe gibi
Titrek bir yürek taşıyan
Korkulu kuşkulu
Ve içi sevda dolu akrostiş bir şiirdi

Şiirin adı
Kuş kanadı elerinde
El değmemiş bir romandı

Konusu da
Kafasına kazıdığı bir kuyuda
Bulduğu suda
Balık gibi boğulan
Evli ve dört çocuklu bir insandı

Yıl ‘86
Ay aralık
Gün kapalı bir Salı
Saat bir’di

Sıcak bir kül
Üşüyen bir ateşe
Telefonla
“Cumartesi saat onla-on bir arası”
bir randevu verdi

Başlangıcı salı
Bitimi cumartesi olan
Dört gün dört gecelik nöbetimi
Şeyhinden “ERBAİN İZNİ” alan bir müridin
Sessiz heyecanıyla tutmaya başladım

İlk günümde
Kapısı örümcek bağlamış bir inde
Gece açık bir mezar
Gün de tabut gibi durdu önümde

İkinci gün
“şems’e pişen Mevlana” gibi
bende ona “GEL” dedim

gel, anahtara gerek yok
kapım her zaman açık
gölge gibi gir
rüzgar gibi çık
gel
gir
gör
çık

kokun sinsin izin kalsın azıcık


gel çorabımı atletimi dür
gömleğimi pantolonumu ütüle
sağı solu süpür
bulaşıkları temizle
sonra bir dil gibi ağzıma otur
konuş konuştur
saatlerce beni dinle
gel, birkaç gündür soğuk bir ter
ve ateş dadanmış etime

gecikme
seni bir çiçek
bir kolonya
bir mektup gibi bekliyorum ziyaretime

gel dolaptan biraz beyaz peynir
ve dilin gibi tatlı
iki dilim kavun getir

iki ekşi elma soy
iki duble rakı koy
yanıma otur
konuş konuştur
ve sıcak bir yaz günü
iki eliyle önünü kapatan
yüreği bir serçe gibi atan
çırılçıplak, utangaç bir kız gibi

usulca bana sokul
bir bardak gibi eline al
bir yandan iç
bir yandan içime dol
gel bir çeşme gibi kurumamı bekleme
denizi arayan deli bir ırmak gibi
içime ak
yasak masak dinleme

gel bir ana gibi kucağına al beni
bağrına bas öp okşa sar
memelerindeki süt dalgaları
yüzüme gözüme varana kadar

gel, üzerimde kar gibi soğuk bir kül var
beni bu külden bir göz gibi çıkar
çünkü külüyle geçinemeyen bir ateş
suyla geçinemeyen bir balık gibi
kendinden çabuk bıkar
çok halsizim gel
ateşimi ölç, terimi sil, nabzımı dinle
göğsüne biraz kar koy
sonra o karın içine
beni memelerin gibi gizle
ben yanayım, sen de serinle

Üçüncü gün Perşembe
Ama akşam Cuma akşamı
Hocalar, ölüler gibi bekler
Her kesin bir “yasin” okutması için
Bu mübarek akşamı

Ben de hayali tuvali önünde
Rakısını yudumlaya yudumlaya
Etten bir dudak ve bacak çizen

Ve iki çizgiye gövde olmak için kendini
Yeni bir renk gibi eritip süzen
Acemi bir ressam gibi bakıyorum
İçinde salt ben olan
Ve teknesi giderek su alan bir gemiye benzeyen
Gecemi
Yavaş
Yavaş
Dibine
Çeken
Ertesi güne

Dördüncü günüm Cuma
Dördüncü gün
Başını kuma gömen bir kuş gibi değil
Üstüne kuma gelen
Üç günlük bir gelin gibi kapanıyorum yalnızlığıma

O gün sabahtan akşama dek
Ne su, ne ekmek

Suya doymayan kum gibi
Yalnızlığıma gömülerek
Sigara hariç
Hiçbir şey alamıyorum ağzıma

Ve giderek
Şişedeki rakı gibi alışıyorum kokuma
Şişeden çıkmak zor
İyi koku alan birinin
Gelip kapağı açması gerekiyor

Vakit dar
Korkuyorum
Çünkü karanlık denen o canavar
Bir akşamcı gibi beni bekliyor

Az sonra gece olacak
Gökte ne ay, ne yıldızlar olacak
Gök, benim gibi tek
Benim gibi yalnız kalacak

Ne yıldızlar
Koku alan karıncalar gibi gökyüzüne dolacak
Ne de havada
Yalnızlaştırılmış bir ada gibi duran
Ve birbirlerine rüzgar soran bulutlardan
İzler kalacak

Az sonra gece olacak
Geceler ve körler
İkizler gibi birbirine benzer
Biri içinde karanlığı
Diğeri yalnızlığı gizler

Yalnızlık
İnsana ölmeden önce kendinden miras kalan
Ve ölünce
Kendiliğinden yıkılan
Kocaman bir zaman duvarı
Ve içinde taşıdığı yüklerin en ağırı
İkizi de
Her biri çöl gibi kuru
Havasız ve derin bir çukuru andıran
Ve bir maden kömürü ocağı gibi
İçinde her türlü pis gazı barındıran
İki korkunç gözüyle
O alana
Sıkışıp kalan bir insana
Kana susamış bir vampir gibi bakan
Sessiz bir canavar

Vakit giderek daralıyor
Gün, bir anahtar gibi
Yavaş yavaş çekiliyor kilidinden
Gece, gündüzün elinden
Anahtarı alıyor
Ve sonuna kadar aralıyor kapısını
Kendi propagandasını yapan
Uğursuz kuşlara
Kansız böceklere
Ve güzel günlere
Düşman olan sürüngenlere
Nitekim çıktı ortaya
Gündüzleri bir kuytuya gizlenip
Geceleri avının üstünde uykuya dalan
Ve ilk insanın
Doğanın rahminde kımıldadığı günden bu yana
Kendini yaşı gibi saklayan
Ve yaşlanmayan o ilginç hayvan

Çok içmişim
Başım çatlıyordu ağrıdan
Bir telefon çaldı
Ağdan kurtulan bir balık gibi
Fırladım yatağımdan
Sevinçten ters tutmuşum telefonu
-alo kimsiniz ?
gençten bir kadın sesi
-Bilmiyorum, adımı unuttum
-kimi arıyorsunuz öyleyse
-kendimi deyince
kendimi zor tuttum

telefon kapandı
ardından da gözlerim

her yerinden çakırkeyf sular fışkıran
yemyeşil bir ormanda
ve evlerimizin yan yana olduğu toprak bir damda

ikimiz
iki çocuk gibi evcilik oynuyoruz

hava güneşli
toprak, ten gibi düz ve pürüzsüz
kavgasız ve gürültüsüz bir gezegendeyiz
ne para ne mülkiyet kaygısı
her alanda özgürüz

dilini bilmediğimiz kuş
huyunu bilmediğimiz hayvan yok
ne şeytan kılığına girmiş bir yılan
ne de ayıp sayılan yerimizde
utanmaz bir yaprak

Ademle Havva gibiyiz
Altsız üstsüz ve çırılçıplak

Yanıbaşımızda
Su sesi
Kuş sesi
İyot ve çam kokusu sunan
Mavi gözlü
Ak göğüslü
Çırılçıplak bir kız gibi sere serpe uyuyan
Yakası salkım söğütlerle süslü
Saksı gibi küçük, yuvarlak bir göl

Gölde kuğular var
Kuğular sulara

Sular kuğulara mektup yazıyor
Ve kuğuların en güzeli sana benziyor

Gölün kenarında biz
Soframızda gül şarabı
Şiir mezemiz

Denizimiz “güneş”
Gölgemiz orman
Ve derken aramızda yaşanan
O en kısa an
O en kısa an
Bir ana rahmi gibi sıcak güvenli ve temiz
İçinde de ikimiz
İki el gibi kenetlenmişiz
Bitmesini istemediğimiz tek şey zaman

-beni yüreğinle mi, gözlerinle mi seviyorsun ?
-beş duyumla ya sen ?
-bana “merhaba” şiirini söylersen
-öyleyse merhaba…

Merhaba düşüncemin yeni tadı
Sesi rengi kokusu ve yeni adı
Merhaba tam kırk sene
İçimde tersine aktığı için
Bir kayıp gibi arayıp yeni bulduğum su

Merhaba gecemde her an
İçime sığmayan bir yıldız gibi parlayıp

Doğal bir organımmış gibi
Bana uyum sağlayan
Yüreğimin yeni komşusu

Merhaba ölümü ve yaşamı
Günün sabahı ve akşamı gibi kabullenip
Düşle gerçeği
Aklın iki demirbaş çiçeği gibi
Korkusuzca önüme atan

Tazeliğiyle ve canlılığıyla
Sevecenliği ve insanlığıyla
Beni istediğim denize akıtan su

Elini-kolunu boynuma doluyor
Göz yaşları ağzına-burnuna dolan
Ve anasına sokuldukça
Hıçkırıkları çoğalan bir çocuk gibi
Göğsüme sokuluyor

Hava sıcak
O, toprak
Ben su
Onun o hoş kokusu içime doluyor

Buruk ve titrek bir sesle
-N’olur bir damla gözyaşı gibi
beni dökmeden göz uçlarına taşı
göğsünde bir yıldız gibi koru
ben içi olayım sen dışı

yüreğimin şiir kuşu
o sıcak günde
o toprağa akışı
şu dizelerle aktarıyor ona

iki gözüm
ben dalgaları
dev adımları gibi iri
suları çok tuzlu
kendi içine gizli bir denizin

senden önce
kaba ve ince duygular gibi
çok sular aktı içime
kimi engerek gibi
sinsice içeme girerek
zehrini pisliği gibi içime bıraktı gitti

kimi beni bir yemek sanıp
bir sinek gibi
pisliğini yüzüme bıraktı gitti

kimi de
derinliğimi delerek
rengine doyulmayan
ve koparılmaya kıyılmayan nisan güller gibi
içime renkli kokular bıraktı gitti

iki gözüm
bu güne dek
iki kez bilmeyerek
ve tüm dalgalarımla kendi kıyıma çekilerek
iyi bir iş yaptım

seni kendime doldurdum kendimi sana kattım

kendimi sana kattım katalı
yüzüme renk geldi
dalgalarıma hareket
sularıma bereket

bundan sonra benden sana izin
içine girdiğin bu denizin
tek sorumlusu sensin

nasıl gezinirsen gezin
nasıl hareket edersen et, serbestsin..

korkusu
tortusu gibi
dibine biriken o durgun su
derin bir soluk olarak sustu

sordum:
-su susar mı ?
-bazen.
-ne zaman ?
-yatağını aradığı zaman.
-öyleyse susma ak !
-korkuyorum.
-neden ?
-Ayıp günah ve yasak şeylerden
-….
Unutma ki ikimiz de evliyiz
Ve yasaklı iki sevgiliyiz
Korku içimizde kapalı bir deniz
Biz de o denizin dibine çiviliyiz
Ve unutma ki burası Tarsus
Kleopatra’yla Antonius, Yedi uyurlar
Hatta Şahmeran bile
Burada düşmüş dile
Özet olarak dostluğumuz gerçek
Ama beraberliğimiz düş

Ve en önemli husus
Yedi dil bilsen bile
Konuşsan “sus” derler
Konuşmasan “deli” diye dalga geçerler

Örneğin birine
Hasbelkader paslı bir iğne versen
O iğne üç gün sonra
Altın kaplama bir çuvaldız olarak
Geri döner gönderenine

Ya da karşı cinsten bir hastaya
Bir tek çiçek göndersen
O çiçek ertesi haftaya
Renk renk bir çelenk olarak
Geri döner sahibine
Dedim ya burası Tarsus
Burada akıl vermek ahkam kesmek
En ucuz ve en geçerli bir meslek
Burada olaylar insanlardan değil
İnsanlar olaylardan sorulur
Ya biri duyarsa bu ilişkiyi
Ya bir domuz bulandırırsa bu suyu
Sonumuz ne olur ?

Ya bu yanlış yanlış anlaşılır da
Sen de karda iz bırakmayan
bir hovarda gibi
beni ortada bırakırsan

benim gibi bir orospuyu
taş gibi gizleyecek bir kuyu
bulunur mu acaba ?

korkuyorum korkuyorum
korkuma da güvenemiyorum
çünkü korku içimde ayrı bir damar
ben onu emmezsem, o beni emer

-Ne olur bana “korkuyorum” deme
ve o sözü
içi kan ve irin dolu bir eldiven gibi
geçirme yüreğime
çünkü korku
kanı sulandıran bir serum değil
aklı bulandıran bir yorumdur.
Ve insanla kendisi arasındaki
En korkunç bir uçurumdur

Yüreğine
Korku ve kuşku yerine
Sevgi ve güveni iki çelik kule gibi ör
Ve o tadı taşımayan sözcükleri
Birer çürük diş gibi ağzından sök
Kanıyla ve acısıyla bir çöpe tükür

Hadi bekletme artık
Çıkar içinden at
Mikrobunu damarlarında
Ağzında bir parça et gibi dolaştıran
O ahtapot gibi kafadan bacaklı korkunu
Ve bir çimentoyla bir kumu
Dar bir kalıpta sıkıştırır gibi sıkıştır
Yüreğinin kapısında iki kör dilenci gibi dilenen
O korkuyla kuşkunun ruhunu

Aldanma
Geleceğini
Çürük ve dini
Bir softa yemini gibi mühürleyen cehaletin
Tevekkülle tescil edilmiş markasına

Ve yapış en büyük öfkenle
Karşında mahmurluğunu atmadan
Kalın ensesini taşıyan

Ve seni sömürerek yaşayan kuralların yakasına
Yırt artık
Yırt içinde dokunamadığın göklerin

Kara bulutları gibi
Kara sesler çıkaran yüreklerin
Korkudan perdelerini
Ve birer yıldız gibi aç pencerelerini
Özlediğin bir gezegene
Oradan haykır deki ;
Susmak,kuralların kapıları ardında
Acı çekmektir.
Ve kralların karnında
Beyinsiz putlar gibi duran kurtlara
Boyun eğmek yenilmektir
Kafasındaki korkunun kör kurdu
Hala kımıldıyordu
Kurt şifreyi verdi
O da sordu; Peki karın ne olacak ?
-Bak yavrum
ben, bir “Halkalı köleyim.”
Sen de mutsuz ve çocuksuz bir yıldız

Benim, her biri ayrı bir dert
Dört çocuğum var

Bir de suratı taş gibi sert
Ve prangaları
Feodalizmin kuralları olan analarını sayarsam
Bir elin beş parmağı eder

Ondan kolay ne var ki
Zincirlerini kıran köleler gibi
Ben de halkalı parmağımı keserim, olur biter
Ya senin, o kısır mantığıyla
Biyolojik yapına kusur bulan
Ve her ışıklı görüşünün karşısına
Dinci gerici ve iğreti
Bir soru işareti gibi çıkıp
Parantez içindeki nokta gibi tek başına kalan
Kocan ne olacak ?

- onu n’apacan
o, suçunu her zaman
kırık bir cam parçası gibi gözüme soktu
zaten onda
benim dünyamda kök sürüp
filiz verecek bir fidanın
aşısı da yoktu

sözün kısası
onun akıl kasası para
benim ki de çocuktu…

O, dilimin altında tuttuğum
Ve suyunu zorla yuttuğum
Erimeyen bir haptı
Ve o
Sözcüklerden gümrük alarak
Kendisine vize veren
Geveze bir papağana
Benzeyen anasına uyarak
Bana kocalık yaptı
Ben, vücudumdaki her hattımı
Dişilik sanatımı kullanarak
Ona bir atölye gibi teslim ederken

O, hep
Kafasında delik bir cep gibi taşıdığı
Ve karanlığına bir akrep gibi gizlenerek
İçinde bir avcı gibi üşüdüğü beynini
Dini resimlerle süsleyerek
Bana hocalık yaptı
Ağlıyordu, hem de hıçkırarak
Ve yaprak yaprak açılan bir kitap gibi
Bana sorular sorarak
-Benim de sözüm tutulmalı değil mi ?
beni de göstererek korkutulmalı düşman
ben, kişiliğine işçilik gösterilmeyip
dişiliğine destanlar yazılan
ve onuru
erkeğin cüzdanıyla ayakları altında
böcek gibi ezilen bir hayvan mıyım ?

Beni istenildiği zaman kola takılan
Ve kaplaması dökülünce yenisine bakılan
Süslü bir saat mıyım ?

Ya da
Kafası hurda demir gibi değersiz bir seyisin
Beynindeki ahırda
Aygır beklemeye mecbur arsız bir at mıyım ?

Bıktım artık
Kalça dudak ve meme gibi
Cinsel malzeme satan
Ahlak vitrinlerinde
Erkek sineklerin dişlerine
Ve cinsel görüşlerine göre
Üzerine etiket konulan bir “et” olmaktan
Bıktım, çünkü;
Ben, ne sıkınca atılan bir ayakkabı
Ne eş, dost ve ahbabı eğlendiren
bir akvaryum balığı

ne de apışarası kanayınca orospuluğu
din ve yasalarla tescil edilen
ve koyun gibi güdülen bir zavallı değilim
ben, ateşten bir mıknatısım
elevim ve ısım
henüz keşfedilmedi
yüzümde sakal arayan her kör
beni tanıdı ama görmezlikten geldi

Ansızın kopan bir fırtına gibi
Ben de heyecanla katıldım ona
“Aldırma”, dedim “aldırma”
suya-sabuna dokunmadan
her gördüğü ölüye “fatiha” okuyana

aldırma sarkık dudaklarındaki
kirli köpüklü sözleriyle bu yaşamı kirleten
ve dibi görünmeyen kör kuyulardan
seni kurallarına göre yöneten
beyni kireçten her insana

aldırma yobazlığı ve cehaleti
korku ve baskı aleti gibi kullanan
ve özgür düşünceye aç itler gibi saldırıp
dişleri yüreğinde kalan her kör yılana

aldırma
bir gün mutlaka çıkar karşına
toprağına tohum bekleyen karnına
yüzü gülen bir ana olarak
ellerini sürme hakkını veren biri

çünkü sen kısır bir arı değilsin ki
seni kovanından kovan o arıbeyi
her yetkiyi kendinde bulan bir derebeyi gibi
sana davransın

sen insansın
sen, öğütlendiği gibi
bir damla yağmurla sulanan
sahipsiz bir tarla değilsin

sen bir susun
güzelliğin kokususun
artık kokunu yeryüzüne yay
yeryüzü seninle koksun

Artık öldür
Kafanda sekiz yıldır
Etini meze
Kanını şarap gibi içip

Elinde çereze döndüğün
O asalak korku örümceğini

Kendi kaderini
Kendi tayin eden mazlum bir ulus gibi
Korkuyu yak
Ve bir bayrak gibi tak göğsüne
Beyin ve yürek armalı rozetini
Gerekirse yırt at üstündeki elbiseni
Kopar göğsünü bir et gibi fırlat
O şehvet ve cehalet körlerinin
Çiğ bir et parçası gibi birbirlerini
Nasıl ve niçin yediklerini gör

Kendisi gibi çekici
Tatlı ve akıcı bir sesi vardı
Öz konuşan bir kadındı
Anlayışlı ince ve kibardı
Beklediğim sözü
Ateşten bir mühür gibi ağzından çıkardı
- Ben bir damla yağmurla
Kocaman bir tarla sulayan bir büyücü değilim
Ben bir okulum
İçi dolu “akıl” ım
Ama tek bir öğrencim bile yok
Bana iki gözüm gibi bakacağım iki çocuk

-Kız mı olsun, oğlan mı?
-Ne olursa olsun
yeter ki inancı seninki gibi sağlam olsun

bu heyecan, bu sonuç bana yetti
gerisini söylemeye gerek yok
çünkü yeni doğmuş bir çocuk için
en son soru ağlamaktır.

Yüzünü
Özlediği o çocuk gibi yüzüme gömerek
-Hadi deyip beni koynuna çekti

O anda aramızda
Kanımı pompalayan
Ve yüreğimi
Dalgalı bir denizde
İçi boş bir gemi gibi sallanan
Bir heyecan rüzgarı çıktı

O anda aramızda
Kanımı pompalayan
Ve yüreğimi
Dalgalı bir denizde
İçi boş bir gemi gibi sallanan
Bir heyecan rüzgarı çıktı
O doğal istek
Bizi bir denize çeker gibi
Birbirimize çekti
İki elimle sımsıkı sarıldım
Altımda ayın on dördü gibi duran
o çıplak tayın beline
ta ki finişe arana kadar

sonra ansızın
gözlerimizi oyup
çukurlarına dinamit koyan bir kansızın
çaktığı kibrit gibi bir şimşek çaktı
ardından
yarılan göğün karnından
boz bir yılan gibi akıp
mavi bir güle benzeyen
o mavi göle
sıcak bir küle dökülen su gibi
bir yıldırım düştü

kuğular ürktü
salkım söğütler korkuya boyu büktü
ve diz çöktüler suya
su ateş oldu
köpükler kestane
yapraklar
ödü kopan balıklar gibi tane tane
vurdu suyun yüzüne

orman karman çorman
her taraf alev, is, duman
ağaçlar kemik, sular kan
ne kaçabiliyorsun
ne uçabiliyorsun
adımını attığın an
ya ayağının altında yanan bir yılan
ya da kanatları tutuşmuş bir serçe
dayanabilirsen dayan…

“Yandım anam!” diyen suya koşuyor
biz birbirimize
alevlerde bize

o beni
ben de onu su sanıyorum
suyun külü
su gibi görünüyor gözümüze

yer, altımızdan kayıyor
gök, üzerimize doğru alçalıyor
biz birbirimize koşarken
şimşekler, telaşlı bekçiler gibi
ardımızdan düdük çalıyor

o anda
yanan ormanda
herkesi uyandıran bir tarzan sesi
İnsanları uykuda korkuttuğunuz yeter!
Kan-ter içinde uyanıyorum
Radyoda spiker
-Bu gün cumartesi

Dört gün dört geceden beri
Kararan yüzünde
Sigaradan bıyıkları sararan
Ve çarıklı ayakları
Sarkık bıyıklarının altındaki dudakları gibi
Kardan moraran

Bir seferberlik askeri gibi
Saat biri bekliyorum

Beklemek
İnsanın, yılanın ağzında
Sağa-sola kıpırdamadan
Canını kurtarmaya çalışan
Bir kurbağa gibi kahrından patlaması

Ve tam finişe vardığı an
Jokeyini sırtından atıp yarışı bırakan
Bir at gibi çatlamasıdır

Beklemek
İnsanın kendi kafasında
Kocaman geniş ve bomboş bir türbenin ortasında
Sönük bir mum gibi durması

Ve her saniye
Kendini yiye yiye bitiren bir kuduz gibi kudurmasıdır
Beklemek
Bir suçlunun
Bir yargıç karşısında kaz gibi
Sorulan her şeye
titreye titreye
başıyla “evet” diye yanıt vermesi kadar kötü
ve düşünceye gömülen kızgın bir ütü gibi
ağırlaşıp
umudu, kokusu ve dumanıyla birlikte kavurmasıdır
beklemek çok kötü, çok zor
acısı insana
sivri bir çivinin kuru bir oduna girmesi gibi
giriyor
Havada sıkılmadan serilmiş
Islak çamaşırlar gibi
Gri ve kara bulutlar var
Kanatları üşümüş
Gümüş tüylü kuşlar
Uzakta
İp gibi incelen ufukta
Küçülmüş dağlar gibi duruyorlar
Güneş, havası eksik
Elektriği kesik
Basık bir akvaryumda
Can çekişen yaşlı bir balığın
Solgun yüzüne benziyor
İki dudağım
İlk kez doğum yapan
Kanamalı bir ananın
Dudağı dili ve damağı gibi kuruyor
Yüreğim her yerinde
Yerinde duramayan
Dopingli bir boksör gibi
Habire aynı yere vuruyor

Ve her vuruşta
Ucu çivili
Çivileri yivli bir muşta gibi
Göğsüme çakılan ses
Bana şunları söylüyor
“Ulan akılsız, deli
daha eli bile eline değmedi
ve değmeyecek de
ne şimdi, ne gelecekte
bu film başlamadan bitti
artık yırt bileti, çek git”

Beş duyum, beş pencere
Kafam, bin kere, milyon kere bomboş bir cami
“Belki” diyorum, belki o bu camiye
iki rekat bayram namazı kılmaya gelebilir

akrebi hala
dört ayağıyla
çamura batmış bir eşek gibi inat
ve yelkovanı
kan tutmuş topal bir at gibi
kolumda duran saate bakıyorum
ne gelen var, ne giden
dalgalarıyla kavga eden bir deniz gibi
homurdanıyorum içimden

Ayakları çeken baştır derler
Beynimin muhalefeti
Ayaklarımla uyum sağlayamıyor
Yırtamıyorum bileti
Ve süresiz olarak uzatıyorum nöbeti
Çünkü iyi biliyorum ki
Etten ve kemikten oluşan insan
Çocuk ve çiçek gibi güzel olan şiir ve müzikten
Nasıl soyutlanamazsa
Ve nasıl ki yaprak dalsız
Saz telsiz
Ateş külsüz olamazsa

Yürekte umuttan
Dağla bulut gibi
Kalemle kağıt gibi
Ve dille tat gibi ayrı kalamaz

Saatlerdir zamanı
Alevin samanı düşünmesi gibi düşünüyorum

Zamanı hareket ettiren tekere
Ve onu yönlendiren şoföre
Acaba güç veren kim ?
Zaman mı yer değiştiriyor
İnsan mı ?
Yoksa ben mi yanılıyorum

Hayır, diyorum
Yanılan yorum
Yanıltan kim öyleyse

O da mantığımı
Pişmemiş sert bir et gibi çiğneyip
Kafamdaki çengele asan ayrı bir durum
Onu anlatamam

Anlattığım an
Bu toplumdan
Tanrı’nın cennetten kovduğu şeytan gibi
Hemen kovulabilirim

Bu arada düşünceme özgür bir yorum getiren
Dişleri yeni çıkmış şu sorum
Benden söz isteyerek diyor ki

Gerçek, kimsenin satın alamadığı
Ve yanına sokulamadığı ateşten bir mercek gibidir

O merceği önce beynimize
Sonra da gözümüze tutmamız gerek

Ve o iki organımızın üzerinde
Demirden bir perde gibi duran kirleri söküp
Bir laboratuarda incelememiz gerek
Sonra da düşüncedeki
O ensiz, boysuz
Önsüz ve sonsuz harekete
Maddeye firar eden bir döl gibi katılarak
O tekere yeni bir etiket
O şoföre de yeni bir ad bulmamız gerek

O genç soru
Beni bayağı yoruyor
Önüme sıcak bir kaşık
Ve soğuk bir yemek veriyor

- bunu nasıl yersen e diyor

acaba kör müyüm
baksam görür müyüm
körü körü yanıltıp
zamana hareket ettiren o şoförü
ve o tekere yalanı
bir hava gibi dolduran

o anda yalanı
ölünün içinde dolanan kanı gibi
ölüye bırakarak yırtıyorum bileti

vakit çok geç
saat kaç bilmiyorum

karanlıkta
kuru döşeğinde
iki eli göbeğinde bağlı
bir buda heykeli gibi
bağdaş kurmuş oturmuşum
deli sarhoştan korkar
ben de karanlıktan

karanlığa
işkencede çığlığı
yüreklerde dinamit patlatan
bir militan gibi düşmanım
karanlığı sevmem
karanlık en büyük düşmanım

çünkü karanlık
kadınlık nedir bilmeyen
ve kahrı çekilmeyen ayyaş bir orospu gibi
her ihanete gebedir
ölüm gibi kör
taş gibi dilsiz, şekilsiz ve kabadır

lambayı yakıyorum
aynı anda sigarayı da
su içindeki suya bakar gibi
ışık içindeki ışığa bakıyorum

lamba
ölü ışığıyla
kirli bir muşamba torba gibi
sarkıyor tavanda
sol yanda bir masa
masanın dibi
buruşuk ve yırtık kağıtlar atılmış
kocaman bir çöplük gibi

masa da
ayıp olsa da olmasa da
Almancı bir kızdan veresiye aldığım
Her tuşu
Gagası çelikten bir serçe kuşu gibi
Kağıtlara yuva yapan
Elim-kolum küçük boy bir daktilom
Ve karaladığım kağıtlar üzerine
Yağ damlaları gibi düşüp donan düşüncelerim
Sigara izmaritleri
Yanık kibrit çöpleri
Ve insan beynine sosyal aşılar yapan
Felsefe, deneme ve şiir kitapları var
Perde, pencerede büzülmüş bir kefen
Çekyatlar birer ceset
O,bir teyp
Ben de onda sarmış bir kaset

Düşünülmesi
Düşünülmemesinde daha korkunç bir suç işlemiş
Ve kafasından en az yüz saçma yemiş
Kocaman bir kaz gibi
Pısmış düşünüyorum
Odamda, ne santimetrekaresinde
Bilmem kaç ilmik olan
Evladiyelik ipek bir hereke halım
Ne renkleri
Kar çiçekleri gibi hayranlıkla izlenen
Ve yorumuyla
Tıkanan düşünce damarlarını temizleyen
“aynadaki Venüs” gibi göz güzelliğinde bir tablom

ne de öldüğümde
çocuklarımı birbirine düşürecek
hisse senedi tahvil bono çek gibi
dünyalık bir malım yok
bir akvaryum
birkaç balık
bir iki çiçek
bir de duvarda
arada sırada bozulan bir plak gibi çaldığım
üç-dört teli kopuk udum
ve iki gözüm gibi koruduğum
oyma dut sazım var
başka bir şey veya kimse yok odamda
ama o “kimse” değil
kimse olsa ne işi var
öz kardeşi gibi koyun koyuna uyuduğu
ve birlikte soluduğu şu sol memenin altında
bir bakıyorum ki
gece saat oniki
yüreğim gövdemde kümesteki bir tavuk
yalanda karşımda
o tavuğu boğmak için sırıtarak
ve bir orospu gibi kırıtarak bekleyen
bir tilki sanki
o tilkiye diyorum ki
eğer söz
göz gibi korunamıyorsa
ve buz gibi altını ıslatarak eriyorsa
insanın ağzında
o sözün kulağına
“ism-i zam duası” okunsa bile
kanatlanıp uçamaz
tavuk gibi pısar karşında
hiçbir yere kaçamaz
saat bir…
saat iki…
o tilki hala karşımda
bu gidişle saat
on, yüz, bin, milyon bile olabilir
saatler bitmez
ama ben
kirli bir balon gibi şişen
bu kafamdaki boş salonda
sonunda “SON” yazıp biten arabesk bir film gibi
bitebilirim
ve bu ortamda
altını ıslatan o buz örneği
namuslu bir kız gibi
kendimi eritebilirim


Doğru düşünceye göre
Tilkiler tavukları boğazlarken
En azından
Horozların ağzından bir ses çıkar
Ve horoz namusluysa
O kümesi, o tilkinin başına yıkar
Ama ben daha horoz olamadım ki
Nasıl ötebilirim ?

O akşam erimemek için
Sabaha dek her şey hep başladı
Hiçbir şey, ama hiçbir şey birmedi
Fakat
Rakı
Yoğurt
Sigara
Kibrit hariç
Saat üç… saat dört…
Öt ulan horoz öt
Horoz ötmedi
Oysa gece
Sadece iki heceydi
Bitmedi bitmedi bitmedi…
Aslında her şey bitmek için başlar
Depremler devrimler
Ölümler zulümler
Günler geceler
Yangınlar yasaklar
Ve yasak aşklar
Hep bitmek için başlar

Ocak soğuk ve sönük
Şubat ve mart
Dicle ve Fırat gibi iki uzunçalar plak

İşte o iki plağa
İki sağır kulağa
Ağıt yapar gibi yürekten okuduğum

Ve bir arı iğnesiyle
Ruhumdaki tuvale
Balla resim yapar gibi
Söz ve ses dokuduğum iki şiir
Yaşam en kısa bir şarkıymış meğer

Gönül pencereme bir kara perde
Çeken gizli ele dedim “olur mu?”
Dedi ki “Bu yaştan sonra bu derde
Düşen sensin, bu bana sorulur mu ?”

Dilimin altında sakladığım sır
Kırık bir kol gibi ağzımdan çıktı

Saniye o anda oldu bir asır
Yalnızlık dev olup karşıma çıktı

İki dudağımla iki el gibi
Yapıştım o sözün parmaklığına
Baltayla kırılan bir heykel gibi
Yıkıldım içimin bataklığına

Gömdüm gökyüzüne iki gözümü
Tırnağa oturan mor bir kan gibi
Sakladım acıdan mahcup yüzümü
Sonradan kör olan bir insan gibi

Dokunmak istedim karanlığıma
Gözüm gökyüzünden bana bağırdı
Mırıldandım durdum pişmanlığıma
Zamanın içinde her şey sağırdı

Taş olsam, toprak olsam çoktan soğurdum
Gövdem bir yanardağdı, içim de volkan
Eridim “güneş” gibi suya ağardım
Köpükler içinde çekildi bu can

Ağırlaştı gövdem taşıyamadım
Yaşam en kısa bir şarkıymış meğer
Yaşamak sevmekti yaşayamadım
Sevgiyle yaşamak her şeye değer

Kaşına gözüne kurban
Boyuna bosuna hayran olduğum
İki gözüm
Üç ay önce
Günlerden hangi gündü bilmiyorum

Ama o günü
Bir mahkumu kırk yıl sürgünde geçen
En güzel bir günü gibi
Anımsıyorum

Bu gün
O gün gülerek
Ve bir kuğu gibi süzülerek
Bana turşu ve türlü ikram dip
Gelip yanıma oturduğunda

Yüzünü, güneşli ve açık bir havada
Pırıl pırıl kıpırtısız bir göle
Güzelliğini de gökten o göle yansıyan
Saksısı Ay olan ipek bir göle benzettim
İyi mi ettim, kötü mü bilmiyorum ama
O gün gözlerimi
Kirpiklerinin arasında kaybettim

İki gözüm
O gün bu gündür yüzüm tutmuyor
İki gözüm sende kalsın demeye

N’olur bana bir-iki saat
bir fırsat ver
beni bir mektup gibi oku
ister sakla, ister yırtıp atıver, demeye yüzüm olsun
iki gözüm
benim için değeri
mahkumların af
kuşların yem
çocukların bayram beklemesi kadar
önemli olan bu ışıklı haberi
en ileri tarih olarak ne zaman
beynimle yüreğim arasında
maratona çıkacak
o sıcak sözü
ödülünü elimle vermek üzere
bana gönderebilirsin ?
iki gözüm
ister inan, ister inanma
ve beni, aynaya bakarak kendiyle kavga eden
bir deli sanma
iki gözümün sende kaldığı günden bu yana
hayvan kılığına girmiş bir yalnızlığın altına
zorla yatırılan bir kadına döndüm..
sen ne dersen de
ve ne sayarsan say
benim için bu üç ay
sıcak ta olsa soğukta olsa
ardı ardına içilen üç çay gibi
kolay bir olay değil
bu üç ayda
gündüz yanımda
gece koynumda uyuyan
ve düşüncelerimi anında duyan bir çocuk gibi
alıştım sana
seni ne yatak, ne dudak
ne meze, ne bardak gibi
anlık bir zevk oyunu değil

okunacak bir kitap
işlenecek bir konu gibi düşündüm her zaman
bu üç ayda her gece n’aptıysam
uyku tutmadı
rakı içtim ayıktım
zehir içtim yine uyutmadı beni sensizlik

ve bu üç ayda her gün
soğuk ve bayat bir çayda
bir topak şeker gibi değil
bir buz parçası gibi eridim
niye eriyorsun, derdin nedir, diye sordun mu hiç ?
ve bu kendi çekirdeğinde
çürüyerek dağılan tohumun farkına vardın mı hiç

bunu ancak, benim gibi kırkında
ve bir dişlinin çarkında
her gün
yorgun ve argın vücudunun
ayrı bir yerinden
derinden bir parça alınarak
ağaç gibi budanan biri bilir

oysa bu üç ayda
Ay’a
Yaya gidilip
Gelinebilirdi
Bir toplu iğneyle dev bir kaya
Rahatlıkla delinebilirdi
Çin seddi
Firavun’un üç piramidi
Ve İskenderiye feneri gezilebilir

Kraliçe Semiramis’le
Babil’in asma bahçeleri’nde
Nefis bir yemek yenilebilirdi
Ama anladım ki dünya bir meyhane
İnsanlarda birer kör
Her kes önüne gelen şişeyi
Bir mektup gibi heyecanla açıyor
Kafayı bulduktan sonra da toz olup uçuyor

Ve aradan üç yıl gibi üç ay geçiyor
Ne bir selam
ne bir mektup
ne bir telefon açıyor
İki gözüm
Tam üç aydır bu meyhanede
Gecesini gündüzüne
İki renk karıştırarak resim yapan
Kör bir ressam gibi düşünüyorum
Küçük bir gökyüzü gibi yüzünü

Bu nedenle sana
Yavuklusunu anasına
Utana utana gösteren
Onaltısına yeni basmış bir kızın
Sevinci kadar
Anlatacak çok sözüm var

Her sözümde de
Binlerce arının konduğu
Üzüm salkımı gibi sarkan
Ballı duygular var
Bu duyguların denizi sen
İçinde yüzen balıkta bu yürektir
Ses söz de
Bu yürekte
Bu duygulara
Güneşle ay gibi ışık veren
İki ölümsüz renktir

Eğer söz
Bir kör gibi bakıyorsa duyguda
O sözün suda yüzemeyen balıktan
Ne ayırımı var
Ve sessiz söz neye yarar
Ölünün duymadığı mezar taşına
Altın harflerle
Yazılsa bile

İki gözüm
Bu arada
Kabuksuz bir yarada zonklayan acılar gibi
Sırada bekleyen birkaç sözüm daha var

Damarı bulabilirsen eğer
Duygudaki söz petrole
Seste ateşe benzer

Ki bu iki damar
Sendeki gibi kar kadar temiz
Toprak kadar verimli
Ve kitap kadar sorumlu bir değer olursa

Bana düşen görev
Ağzımdaki dile bir rol verip
Bulduğum o petrole
Etimi çürüten o kudret kıvılcımıyla
Rahmine bir damla can sıçratmak
Ve aramızda çıkan
Yeryüzünün o en büyük yangınının dudağına
Gövdemi bir ruj gibi sürerek
Kerem’in Aslı’ya ikram ettiği kül gibi
Kendi külümü sana ikram etmek olur

İki gözüm
Seni sıkmamak için
Işığı gözümden damla damla
Akan bir mumda
Senin de aydınlığında yürümeni istediğim

Benzini kanım
Alevi inancım olan bir meşale yakmak istiyorum

Beni salt bir yandan değil
Kemikten ve kandan da göresin diye

Ve günün birinde
Milyonların toplandığı bir alanda
O meşale yandığı anda

Sen de yanımda
Kanımda yaşattıklarımla el ele yürüyesin diye
İki gözüm
Yeryüzünde beş milyarı aşkın insan
Ve üç bine yakın dil var

Kimi dil gökyüzüne benzer
Sözcükleri de yıldızlara
Kimi de görücü bekleyen
Evde kalmış kızlara

Kimi kovanında hasta yatan arıya
Kimi kar altında çürüyen dala
Kimi yer altında durgun bir suya
Kimi de bir kösenin suratındaki sakala

İki gözüm
İyi bir dil “Güneş” e benzer
Herkesi ısıtır aydınlatır
Aydınlığı bilgi ve görgü sunar
Isısı, sevgi dayanışma ve kültür
Ne yazık ki çoğumuz
Bu dili tanımıyoruz
Kimimiz bu dille
İki göz gibi yan yana
Ama gelin-kaynana gibi ilişkideyiz

Kimimiz de
Torunla dede gibi
Her konuda çelişkideyiz

Benim aradığım dil
Ne altı asır
Arap ve Fars malı
Yamalı bir bohça içinde
Sır gibi saklanan

Ne de küskün renklerinde kokuları kurumuş
Ve suskun toprağı
Yaprakları gibi yanmış çürük kısır bir dil değil

Benim aradığım dil
Çiftleşirken vurulup yaralanan kuşun
Küllenirken susup bağıramayan ateşin
Ve dili gövdesinden
Bir gül dalı gibi kopartılırken
Sözü yarım kalan bakışın dilidir

İki gözüm
benim, okunduğu an
beyinde “güneş” gibi doğan
bu dil dışında
hiçbir şeyde gözüm yok
ne ev-bark
ne mal-mülk
ne çoluk-çocuk

bu dil bende
Bedrettin’in namusu
Yunus’un sözü
Pir Sultan’ın sazı
Ve Nazım’ın kokusudur

Bu dil bende
Bir kır çiçeği tazeliğinde yaşayan
Köroğlu, Dadaloğlu
Karacaoğlan ve Ruhi Su’dur

Bu dil bende
İçinde esin perilerinin
Kutsal balıklar gibi oynaştığı
Ve parlaklığında kör gözlerin bile kamaştığı
Kendini halktan dolduran bir gölden akan
Ve karanlıkları
“utanç duvarları” gibi dibinden yıkan bir akarsudur
bu su
gezgin bir şair gibi
köy köy
kasaba kasaba
ve şehir şehir akarken

yerden göğe uzanan bir yakamoz gibi
yığınların beyninde iz bırakmıyorsa

ve göl gibi gölgelere gömülü
ölü dağlar gibi lökleşmiş
sağır sultanların kulaklarına
bir zehir gibi akmıyorsa
sıkılınca çatlayan bir bardakta
ya ekşimiş bir şerbet
ya da göstermelik bir rekabetten
başka bir şey değildir

iki gözüm
gezegenimizde 2796 dalı olan
bir dil ağacı var
bu ağacın her dalında binlerce yaprak
her yaprağında ayrı bir renk ayrı bir acı var
benim aradığım dil
bir damla balı
2796 dalı
kökü yapraklarıyla konuşturan
ve sevginin kimliğini araştıran bir dildir

ne yazık ki o da
alışamadığımız bu dünyada
elimizi sokamadığımız bir suda
yakalayamadığımız bir balık gibidir

iki gözüm
sözüm yanlış anlaşılmasın
çünkü varmak istediğim çözüm burada

iki gözüm çıksın ki bazen
özellikle o esin perisi
her gece yarısı
dekolte bir gecelikle karşımda kur yapıp
üstüme ateş yağdırdığı zaman
şu kan ve kemik turşusu gövdemin içinde
beş para etmeyen iç organlarımı
bir pazara döküp
her kesin gözü önünde yakmak
ve cehennem gibi ağzımda
kesik bir çocuk eli gibi duran bu dili
kökünden koparmak
ve sonra
bir dağa boynuzlarını sürten
yabani bir boğa gibi
karşımdaki elsiz ayaksız kalabalığa
var gücümle böğürüp bağırmak istiyorum

neden ıstakoz ve muz yiyerek
beslenen domuzlar
by pass’ı ilkel buluyor da
kuru soğan kabuğunu yiyen kuzular
apandisitten ölüyor

neden hatırı sayılan
akılsız bir yılan
boynuna İtalyan bir kravat
altına rahvan bir at
ve heybesine bir sürü vaat koyarak
her türlü işini
iki zehirli dişini kullanarak hallediyor da

namuslu bir insan
otuz iki dişiyle
bir kürdan bile kıramıyor ?

neden gribe tutulan
aristokrat gebe bir akrebe
Amerika’dan özel ulakla ilaç
Özel uçakla da doktor ve ebe getiriliyor da
Bitli kafasındaki
Kilitli dünyasında
Her gördüğü yeniliğe “tövbe” diyen
Haso Memo gibi bir garibe
Tımarhaneden bile bir dirhem hibe kan bulunamıyor

Neden biri çıkıp da
Koynundaki itine
Havyardan kuş sütüne dek her şeyi
Damardan veren bir fahişeyi
Saçından sürükleyerek
“Biz bir lokma ekmek
bulana dek
anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geliyor
ulan asalak kahpe
sana bu havyar ve kuşsütü nereden geliyor” demiyor

neden kimileri sevgiye
kör olası gözlerini
kırılası elleri gibi kapatarak
duyulası sözlerini
mezar gibi ağızlarında
doğumlarından ölümlerine kadar
birer kemik gibi saklıyorlar

iki gözüm
soru, felsefenin zaferi
ve gerçeği arama sporudur

sorular
kel, kör, topal ve sağır da olsalar
beynimizin girinti ve çıkıntılarında
kımıldayan düşünceleri
“akıl bilmeceleri” sınavından geçirterek
diyalektik doruklara ulaştırırlar

işte benim “nedenler” dürbünümde
dününde lekeler gördüğüm
kördüğüm konular bunlar…

aslında daha çok soru var
hem de “ha!” desem
hadise olacak
“Ya!” desem, yasaklanacak kadar

bu konular çok uzun iki gözüm, çok uzun
birinin anlatılması yetmiş yıl sürdü
ama daha anlatılanı bile anlamadı milyonlar

iki gözüm
bu ince ve uzun
sınırsız konumuzun anlaşılması
kimine göre
olgun bir muzun soyulması kadar kolay
kimine göre de
kör bir gözün açılması kadar zordur
örneğin ben bile
bu konudan yana hala öksüzüm

bu konuyu iyi bilmek için
dünü bu günden
bu günden de yarını
bir sayfanın iki yanı gibi görmek gerek
ama okuyarak okutarak ve severek

istersen bir bak geriye
her yerde, ve her zaman sürüye dalan
birkaç ağzı kanlı aç kurt
bir-iki kendi gölgesinden ürken
çakal ve tilki

ve bir de her devirde
bir mevki uğruna
kuş kanadı altına sığınarak
çıkarın doruğuna varan
kültürü kağıtlarda kalan birkaç bukelemun

iki gözüm
bunar ki bu toplumun
soyulmuş elma gibi ak teninde
kendi karanlıklarından sarkan
ve başlarını aydınlığa göstermeye korkan
yılışık, yapışkan kurtlara benzerler

iki gözüm
bunlar ki bu toplumda
mevki marka gibi hırkalarla
Kapitalizm adlı çarka
Arka çıkarak
Fransa İngiltere ve Amerika’dan
Korka korka

Diploma şilt ve sertifika alan

Ve halkın üzerine yıkılan
Pahalılık baskı ve talan duvarları ardında
Rüşvet ve yalan tespihleri çekip
Zulüm ve sömürü ibadeti yapan zebanilerdir

Bunlar ki arabaları en az rols royce jaguar
Besmeleleri euro dolar
Duaları viski şampanya havyar
Camileri hissedar oldukları bankalar
Ve akvaryum gibi evlerinde
Yakut zümrüt ve pırlantalarla beslenen
Dişi süs balıklarıdır

Bunlar ki yıldızları kıskandıran
El kadar kızları
Umutlarına mum tutarak kandıran

Ve hiç ter dökmeden
Maden sandıkları yığınların göbeğinden
Alın teri emen
egemen sömürgenlerdir

iki gözüm
iyi ki iki gözüm sende kalmış
kalmasaydı eğer
ne bu deniz kendini tazeler
ne de namluda kurşun gibi susan bu dizeler
ortaya çıkardı

hata ettiysem bağışla
iyi ettiysem canla-başla kabulümsün
beraberliğimiz uzun bir cümle
noktamız ölüm olsun
imza kerem
ellerinden öperem

yıl’87
kış bitmiş
martın sonu
o beni aramıyor
ben de onu
ama n’apıyorsam içimden atamıyorum onu
dayanamıyorum açıyorum telefonu
yanıt “izinde”
- ne zaman döner
- birkaç gün içinde

bahane arıyorum
aklıma düşük tansiyonu geliyor
- N’olur ara sıra
Beni ara, beni sor
“ne gereği var” diyor
- Telefon et
Telgraf çek
Mektup yaz
Beni rahatlat biraz
“belki ama zor” diyor
- Göz yaşı ol ışıt
Kulak ol işit
Hava ol yaşat
“Annemden izin almam şart” diyor

Ben çıplak bir ateşim
İşim yanmak, üşüyorum
Biraz kül istiyorum
“Ne demek bu açıkça anlat” diyor
Canlılardan çocukları, akıllı kadınları
Çiçeklerin hepsini
Aylardan da nisanı severim

Gün perşembeydi
Vakit ikindi
Bu kez kendi geldi

O anda
Sevda denen havanda
Üzüntüyle sevincin
Balla biber gibi dövüldüğünü duyumsadım

O anda, ses bir çocuk oldu
Ben de demir parmaklıklar ardında
Gözü yaşlı bir ana
Anamın ağzıyla ona
“şükür kavuşturana dedim, şükür kavuşturana”
o anda
Nazım’ın Abidin’den istediği resim geldi aklıma
O anda bir dağ gibi gömüldüm
Her çekişi ayrı bir yorum olan
Sigaramın dumanına

O anda hiçbir virtüöz
Bir tek söz söyleyemezdi
Beynimdeki melodiye
Hediye edilen o sesin
Doğallığı üstüne
-Neredesin, dedim neredesin ?
o anda, onunda yüzü güldü
ve bir aydınlık yansıdı suratına
- Birlikte bir yemeğe ne dersin ?
Gözlerime baktı utana utana
- şurada az ilerde iyi bildiğim
çanta kadar
küçük ve dar
bir lokanta var gelir misin ?
özür diledi
- Bu kılıkla gelemem
Pazarı bekle, dedi

Beklemek en büyük sabır, bir ana kadar
Sevdalanmak Kerem gibi yanana kadar
İnsanın en olgun anı öldüğü ansa
Ben de beklerim o anı bulana kadar deyip

Tam üç gün kendimi
Karaya hasret bir gemi
Onu da rotama uymayan
Ve beni duymayan felçli bir rüzgar gibi bekledim

Bu üç gün
Eli kalem tutmayan
Silahlı ve maskeli
Üç deli gibi durdu karşımda
Ve dikenli teli
Çıplak gövdemi parçalayan
Bir ölüm yeli gibi geçti üstümden
İlk gün, beyni alınmış bir kuş
İkinci gün, körkütük sarhoş
Üçüncü gün, uçuruma yuvarlanan
Başıboş bir taş gibiydim
Bu üç gün
Üç kör kurşun gibi girdi kafama
Ve idama giden bir mahkumun
Son dakikaları gibi zor geldi bana

İlk gün sabaha kadar
Taneleri taş gibi ağır bir kar
Yağdı kafama

İkinci gün
Acımı tanımak için
Kuru bir soğan gibi kafamı
Bir yumrukta ezip koydum masama

Üçüncü gün
Oruçlu bir insanın
Nasıl ki bütün gün canı
Bir yudum su
Bir bardak çay
Ya da bir tek sigara isterse
Veya gebe ve yoksul bir ana
Kış gününde bir dilim karpuza
Yaz günüde bir parça buza nasıl aşererse
O da o gün
Bütün gün
Öyle tüttü burnumda

Ve o üç gün
Her saniye gözüm kapıda
İki kulağımda
Günde yüz kere çalıp
O olmayınca
Patlamayan bir tabanca gibi
Yere çarpmak istediğim telefonda kaldı

Gün Pazar
O çanta kadar
Küçük ve dar lokantada
Gösterişsiz tahta bir masada
Ses-seda çıkarmadan
İki dolu bardak gibi karşılıklı oturuyoruz

Ne ben ona
Ne o bana bir şey soruyor
O nene
Ben de dede
İkimizde de hal kalmamış
İçimizdeki suskunluk bizi
Kefeleri hileli bir terazi gibi yoruyor

Koşuşan iki garson
Kaşık-tabak sesleri
Ocaktan dağılan duman
Kebap ve soğan kokusu

Nitekim iki iri eli
Göğsünde iki çekiç gibi duran
Mucuk gözlü
Kerpiç yüzlü şişman bir garson
“Hoş geldiniz” diyor
garsonu tanrı korusun
herif
Amerika’lı bir şerif sanki

Herifin yanında
İyi giyimli
Papağan gibi konuşkan
Sevimli bir komi duruyor
Herif, komiye
- Oğlum kuru bir bezle
Şu masayı temizle
Müşteriye dört gözle bak
Yeşillik, turp, tere vesaire getir

- Ne alırsınız ?
Gözüm duvardaki şu dizelere takılıyor
“Lokantamız bir deniz
balık hariç ne isterseniz var.”
- ne yiyelim
- ne olursa…
- …..

içimdeki birikimi eritmem gerekiyor
canım yer çekimi gibi rakı istiyor

yarım ufak
koyun eti iki bir buçuk beyti
acılı bir ezme
şalgam ve süzme yoğurt istiyorum
Tam konuşmaya uygun bir ortam
Ama ikimizde eksik ikimizde ham
Bari ben konuşsam, diyorum içimden
Konuşamıyorum
Hayvan olsak koklaşırız
İnsanız
Yan yana ve yalnız
Nedense birbirimize verdiğimiz değer
Bizi hep rahatsız eder
Pencerelerimiz mi küçük
Pencerelerimize büyük mü geliyor perdeler
Yüreğimdeki falcı bacı
Acı acı gülüp
-güneş kadar sıcak e var
ama gün gelmiyor ki nsanlar
ondan bile kaçıyorlar

falcı bacı falcı bacı, diyorum
-konuşmak kaçmaktır
kaçmakta sonuçlara yakalanmaktır
falcı bacı
altında dinlendiğim
gölgesi yaşlı bir ceviz ağacı gibi
beni serinleterek şunları söylüyor

eğer karşısındaki kuş
kan emici değilse onunla konuş
o sağır, sen kekeme olsan bile
yine de çekinme konuş
çünkü konuşmak yürüyüştür
susmaksa yokuş

susan bir toprağa
korkusuzca yürüyen suyu
suyun kökten dala, yaprağa çıkışını
akışını, döl bırakışını düşün

güneşin gölgelere dalışını
doğarken gülüşünü
batarken soluşunu düşün
düşün ki düşüncenim kağıdı akıl
kalemi dildir
dil, kanında bal yoğuran
ve istediği an doğuran bir kadına benzer

ama bazen doğuramaz
uyuşur ağırlaşır
sancısı geçene kadar konuşamaz
neden mi ?
çünkü onun kökü beyinde olan
bilgi ve kültürle aşılı düşünce ağacına
birer meyve gibi asılı olan insan sıcağına
gereksinimi var
o bu sıcağı
suyu çekilmiş keçeleşmiş bir biçimde sunamaz
bu yüzden uyuşur ağırlaşır
sancısı geçene kadar konuşamaz
bu bilge sözler karşısında
dört yanı açık bir felsefe çarşısında
bin dört yüz yıldır konulduğu kafese alışan
ve hala
poşusu, kara çarşafı
muskası ve mushafıyla dolaşan
feodal dişi bir kuş gibi üşüyorum
sönmüş bir külden ayrımsız bir kuma
gömdüğüm başımı
usul usul kaldırarak
bir elime kendimle
diğer elime de onunla dökülüyorum
ve sözcük sözcük sökülüyorum

“Bak arkadaş” diyorum
her kesin bildiği gibi
açıklanmayan düşünce
açılmayan gonca gibi dalında kurur
eğer insan kendini
durgun ve derin bir gölün dibi gibi
saklarsa yüzünden
insanın gözündeki yaş bile
yavaş yavaş çekilen bir çay gibi
kurur günün birinde
ve doğayı
tek yumurta ikizi iki çocuk gibi
karnında taşıyan bir anayı
andıran gözlerinde
anlamını yitirerek
iki küçük, yuvarlak taş gibi taşır gözlerinde

işte o zaman
suskunluk bir kör yılan olur
durur durur
kırk gün sonra
kafandaki sorulara saldıran bir hayvan gibi
kendiliğinden kudurur
Yüzünde saniyede değişen
Ve birbirleriyle dövüşen tikler belirince
Bende elektrikler kesildi

“idraki meali bu küçük akla gerekmez
zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez” deyip
hesap sitedim
sürekli ben konuşursam biterim
bitmemek için her yanım boşaldığı an dolmalı

örneğin yüreğe kan
nasıl dolup boşalıyorsa

dinleyenle konuşanda
birbirini öyle tamamlamalı

insan birbirine karşı
iki mezar taşı gibi değil
her şeyi açıkta satılan
iki çarşı gibi olmalı

işte o anda
sınırları güneşe varan
ve bir haritayı andıran içindeki doğaya
bir oya gibi işlediğim

ve bir tek sözünün içinde
hem de dayanaksızlığın en dar geçidinde
askersiz mayınsız ve tel örgüsüz
bir dünya gibi genişlediğim
kumral gülüm adlı metubum

KUMRAL GÜLÜM

Düşünenin kültürüne göre biçimlenen
Ve taşına toprağına göre çimlenen
Türlü türlü mektuplar vardır
Kimi anahtarı şifreli
bir deli kapısı gibi kapanır
insanın suratına
kimi, insanın yüzüne
gömülen bir hazine gibi
ölene dek saklanır

kimi kardeşliğe emeğe ve barışa
yarışa giren yağmur damlaları gibi karışır

kimi bir şimşeğin gökyüzünden yuvarladığı
ve umudun göbeğinde parlayan bir dinamitin
parçaladığı taşlara
benzer
kimi kirpiklerde güneşlenen üşümüş kuşlara
kimi de göz kapaklarında aşınan
mercan kayalıklı yokuşlara benzer

örneğin mektep-medrese görmemiş
dil bilmeyen cahil bir ana
gurbette yada hapisteki evladına
ona-buna yalvararak yazdırdığı mektupla
hapiste adi suçtan tatil yapan
ve kendini kafeste aslan sanan bir katilin
tespih çekerek
bıyık bükerek
ve küfrederek yazdırdığı mektup
özdeş değildir

örneğin
dönekliği seçen bir kekliğin
özgür bir kekliği
bir delikte kıstırmak
ve sesini susturmak için
zağar bir itle birlikte yazdığı
bir ihanet mektubuyla

üç adımlık
yarım adamlık bir hücrede
onur borcu için
ölüm orucu tutan bir militanın
yüreğine derinliğine batan
çelikten sert
namuslu, mert dizelerle yazdığı mektup
asla özdeş değildir
ve benimde sazımın teline
mızrabımı tane tane vurarak
rengi gülden
sesi telden çalar gibi gönülden çaldığım
kumral gülüm adlı mektubumla
senin, o lades kemiği gibi elimde kalan
“ne var, ne yok, nasılsın, falan…” gibi
bir çok buçuk anlamlı
inşallahlı maşallahlı
bol dualı, bol selamlı mektubunda özdeş değildir.

Örmeğin
Bu güne değin mektup alanıma
Konu ve konuk etiğim her hanıma daima

Ki bu hanım
İster toplumun patlak bir top gibi
Oynayıp alkışlandığı
Ve orospu olarak dışlandığı çöplük malı bir kaltak
İster yedi dil bilen
Gözleri ay
Kaşları yay
Bir saray yosması olsun

Onu, ne erotik cilvelerini
paramla kiraladığım
ne de boş düşüncelerimi üzerine karaladığım
bir kağıt parçası değil
bir insan olarak ele alırım

hele hele o hanım
beni durduğum yerde kımıldatan
ve her sözü beynimi
bir ışıldak gibi aydınlatan biriyse

ben de ustalarım gibi
dibi yüzüm olan gökte
ona güneş yakalarım

ama hatası varsa
soyu-sopu devlet arşivlerinde
namus muskası gibi saklanan
ve dokunulmazlığı olan birkaç kişi dışında
her kese yasaklanan
bir tanrı kızı olsa bile
ben de şeytanın oğlu olur
yüreğindeki kana
acısına dayanılmayan
çift iğneli bir enjektör gibi
korkusuzca dalarım
Benim için nar çiçeği sıcağı
Teni can ipeği
Güzelliği ruh kültürüm olan
Kumralgülüm
Mektubuma elçi olsun diye
Alçı gibi kuru
Kravat gibi ciddi dizelerle yazdığın
Mektubunu aldığımda
“kimden” dediler
açlık grevimin sekizinci günüydü
bir de üstüne üstlük muştu istediler
benimkinden diyecektim
- kendimden dedim
- deli misin dediler
- gökyüzünden dedim
- peygamber misin dediler
- Dişisini arayan bir Tanrı’yım, dedim
- Tanrı gökyüzünde olur dediler
- ….
Konuyu kapadım
Mektubu açtım

Mektup açmak
Gerdek gecesi kadar heyecanlıdır
Ben de o anda, o heyecanı yaşadım

Kumral gülüm
Mektup güzel bir yüze
Yazanı ve okuyanı da
O anda, o yüzde birbirine karışan
İki açık denize benzer
Mektuplar vardır
Virgülü gün
Noktası ay
Sorusu yıldızdır

Mektuplar vardır
Zarlı kovan
Her harfi bir arı
Her cümlesi ayrı bir baldır

Mektuplar vardır
Ölüler gibi ağırdır
Virgülleri felçli
Noktaları kör
Soruları sağırdır

Mektuplar var ki gözyaşlarını
Acısı gibi içinde gizleyen kuru bir soğana
Mektuplar var ki
Yılanların bile küstüğü ölü toprağına benzer

Sanıyorum ki
Talihsiz ve imzasız mektubundaki her sözünü
- ki öyle anlaşılıyor
iki gözünü kapatarak yazmışsın
ben senden, bal ve gül reçeli sözler beklerken
sen bana, poşulu ve peçeli dizeler göndermişsin

oysa açık kalp ameliyatı yapılırken
göz doktordur, kalemde bıçak
sen yüreğe değil
kör bağırsağa bile dokunmamışsın

eğer pişmansan
ve kırılırım diye
bu sevgiye kilit vuramıyorsan
eğer aramızdaki ilişki
seni öldürecek kadar
büyük bir kumarsa
veya üstüne yıkılacak kadar
ağır bir duvarsa
bu kumar oynamaya
bu duvar da yaslanmaya değmez

senden ricam
içimde bir cam sürahi gibi taşıdığım bu yüreği
bir oyuncak gibi kullanma

çünkü her an
patlamaya bahane arayan
dolu bir silah gibiyim
girme kanıma
Benim, iki gözü iki su
Ve her sözü bir bal damlası olan
Kumral gülüm
Kaç aydır yosun biliyor musun ?
Eğer biliyorsan
İnancımı sana doğurduğum günden bu yana
Neden bana bir üvey ana gibi davranıyorsun

Ben seni hücrelerime tek tek
Ekerek çoğaltırken
Sen beni niye
Her saniye
Zamanı geriye sayan bir makine gibi
Sürekli azaltıyorsun
Eğer kör değilsen gör
Sağır değilsen duy
Ben resmen aşığım sana
Bunu biliyor musun ?
Kumralgülüm
Külü düşün, ateşi düşün
Güneşin her gün aynı dünyaya doğup
Aynı dünyada kayboluşunu düşün
Ben seni düşünüyorum
Sen de beni düşün
Düşün ki gün gecesiyle
Yara acısıyla
Görüntü sesiyle
Ve sevgi de
Kadınla erkeğin bütünleşmesiyle değer kazanır

Yani her işte olduğu gibi
Bu işte de kirpikle göz gibi
Geceyle gündüz gibi bir bütünlük gerek

Düşünüyorum da
Aramızda geçen bu dokuz ayda
Ne doğru-dürüst bakıştık

Ne de bu konuyu oturup
Enine-boyuna tartıştık
Havada iki kar tanesi gibi bile
Birbirimize değmeden
İki damla su gibi ansızın buharlaştık

Oysa daha işin başındaydık
Ve sıfır yaşındaydık henüz bu aşkın
Yeni yeni canlanıyordu
Yeni yeni yürüyordu kozamızın kurdu
Önce ininden dev bir rüzgar çıktı

Dalları dibinden kırdı
Ve ardından
Kınından kılıç gibi çekilen bir yıldırım
Kozamızın üstüne düştü
Sonra ordu ordu kıvılcımlarla
Etrafımızı saran
Gözü kanlı ve heyecanlı bir yangın
Patlayan bir dağın lavları gibi
Her yerimizi kavurdu
Ve kozamız yandı kurudu
Kurdu kül doğurdu

Kumralgülüm
Özellikle şu son üç-beş ayda
İnsana insan yaşamında
Beyin, yürek ve kan gibi
Gerekli bir organ olan bu dili

Morga, kanlı giysileriyle atılan bir ölü gibi
Ağzımda bekletmekten usandım
Dayanamıyorum artık, dayanamıyorum
Yüreğim yontula yontula bitti
Seni bir şimşek sanmıştım
Demek çakan bir kibritti

Anımsıyorsan bir hazirandı
Yüzün o gün
Gönderimde bir bayrak gibi dalgalandı
O günden sonra bu göndere
Ne yağmur düştü ne de kar
Ve o gün sabahtan akşama kadar
Bana dost olan sazımla
Birlikte ağladık
O günkü acın
Bir testerenin bir yerimi
Birkaç kez biçmesi gibi
Biçip geçti yüreğimi

O gün, gözlerinde tavuk karası olan
Bir Medine fukarası gibi
Aklıma gelen her şeyden sabır dilendim
Ve bir sara hastası gibi
Sıkılan avuçlarımın
Kenetlenen dişlerimin arasına gizlendim

O gün, yağlı bir kemendi
Kendi elleriyle boğazına geçiren
Ve ruhunu etten bir bardağa doldurup
Aldığı cana cila olsun diye
Celladına şifalı su gibi içiren bir militan gibi

Bilendim sana
Sevginin üstüne
Tütüne kibrit atar gibi
Aleve benzin döker gibi yürüdüğün için

Kumralgülüm
O gece gölgemi
Bir ölü yorganı gibi kendi elimle kafama çekip
Kemiğinden
Kendiliğinden sıyrılan etlerimle
Sırt sırta uyudum
O gece karanlıkta
Kör bir nokta içinde
Dilsiz sağır felçli bir çocuk gibi
Kımıldayıp durdum
Ve selden kaçarken
Heyelan altında kalan
Beli kırılmış bir yılan gibi
Can çekiştim durdum
O gece sabaha kadar
Kızarık gözlerimde akrepler gibi dolaşan
Dakikalar
Ve kuduz itler gibi uz saatler karşısında
Korkusuna sığınan çakallar gibi uyudum

Kumralgülüm
“Ateş düştüğü yeri yakar
kendini değil
kendini yakan mumdur

mum yanarak yaşar
ateş yakarak
sevmek ve sevilmek
acaba bu mudur ?

Kumralgülüm
Hiçbir acı
Hücrelerimin tümüne
O günkü gibi delice ve ölümüne yankı yapmadı

Ve inanıyorum ki hiçbir şiirdeki dize
Kanlı ve köpüklü bir denize benzeyen
O günü ve geceyi
Bu yüreğe
Kekelemeden ve titremeden anlatmayı
Göze alamaz
Ve hiçbir ressam
Yüreğimde parçalanan
Bu cam kırığı kayalıklara
Benzeyen yarıklara
Fırça dokunduramaz
Ne beş vakit namaz alimleri
Ne ağzından çıkan kelimeleri
“hadis-i şerif” olan bir peygamber
Ne Kerem
Ne Mem
Ne Tahir
Ne Kamber
Ne de bu alemi karnında taşıyan
Ve dersaadetteki hokka gibi hareminde
Her gece bir cariye ile yaşayan

Alevi Hitler’i şair bir hükümdar

Kumralgülüm
Anımsıyorsan eğer
Ben senin rahmine
Sen de benim yüreğime
Soğuk bir aralık gününde
Ilık bir su damlası gibi düşünce
“önce göl olalım, sonra deniz” demiştik
bu muydu birbirimize verdiğimiz söz
bu muydu umudu göz yaşlarıyla nakışlayan

ve bulduğu sevdayı kirpikleriyle alkışlayan
o iki göz

bu muydu her saniyemi
bir karınca yemi gibi sana taşırken
içimdeki birikimi
buzdan bir kelepçe gibi yüreğimde dondurman

bunun için mi seni tam dokuz ay
iki yüz yetmiş yapraklı
yasaklı bir kitap gibi
içimde sakladım

bunun için mi
kapısı ve pencereleri olmayan
okum yığını gibi sağır ve ağır geceleri
sigortasız inşaat bekçileri gibi
karın tokluğuna bekledim

bunun için mi günde bir güvercin uçurdum sana
her birinin gagasına bir mektup
ve kanadına da bir şiir iliştirip

o karlı ve karanlık gecelerde
buz tutmuş pencereler önünde
eriyen etinin
nöbetini tutan bir iskelet gibi
senden haber bekledim
bunun için mi seni
dağdaki çiğdemden, gökteki erguvana
sudaki nilüferden
saksıdaki karanfile menekşeye
susan taşa
üşüyen suya
uyuşan kuşa her şeye
ama her şeye seni sorarak

içinde yemek yanmış
yağı donmuş, yıkanmamış kaplar gibi
kenara köşeye atılmış cevaplar karşısında
önümü ilikledim
Kumralgülüm
Ne olurdu sanki
Canıma can gibi ekilseydin

Ve bir rüzgar gibi içimde kımıldayıp
Mavi bir şiirin damarlarından akan
Sıcak bir kan gibi
Yüreğime dökülseydin
Bir girseydin de görseydin
Bu antik bir şehir gibi gizli rahminde
Sana şiir kaplama ne hazineler sakladığımı

Kumralgülüm

Küçük bir gölümüz olsaydı keşke
İçinde koşuşan, gülüşen minnacık
Bir-iki balık
Parıltısı yüzün gibi güzel
Sevinci istediğin kalabalık
Keşke ikimiz
Kaşık kadar küçük bir beşik içinde
Birbirine aşık iki damla su olsaydık

Pembede ve mavide
Büyütülen sevgide
İki fide gibi boy verip

Zamandan derin
Sonsuz güzelliklerin kökleri gibi
Birbirimize sarılsaydık

Ya da masmavi bir gökte
Yıldızlarla süslü bir köşkte
Sıcağı ikimizin sıcağı
Duyguları tülü ile örtülü
Gökkuşağı gibi bir döşekte
Birbirimize iki muz gibi sokulsaydık
Sevgimiz yerle gök
Aramızdaki iz
Elmadaki kabuk
Tadı da rengimiz olsaydı

Düşüncemiz insan
Evimiz dünya
Yıldızlar komşu evleri
Güneş ayna

Denizler tarla
Ve insanlar insanlarla
Kağıtla kalem gibi anlaşsaydı
Dostluk sağılsaydı ürünlerinden
Keşke ruhum bir kuş olsaydı
Gelip konsaydı omuzlarına dünyanın

Ağzından bir türkü gibi taşısaydı ezgilerimi
Tadıyla okusaydı kulaklarına
Yeryüzündeki her renkteki
Tüm ezilen insanların ve senin
Ama boşunaymış
Tam on ay
Ay gökte
Sevilen yürekte tutulur, diyerek
Her gece bir yıldızın eteğinden tuta tuta
Önüme çıkan her buluta
-Şu kuru çöle
bir damla yağmuru bile çok gördünüz, deyip
elimden düşürmediğim bir bardağın
içine sıkıştırdığım
o yanardağın sıcağında
kendimi kületmem

boşunaymış
katarakt gözlerimdeki şaşı karanlığıma
üzüntümün kanını gözyaşım gibi katarak
gırtlağımda yığılan o harcı
seni bana karalayanlara bir çamur gibi atmam
boşunaymış demek
aylardır ahmak bir pehlivan gibi
koştuğum yol
fırlattığım taş
sıktığım yumruk
gıcırdattığım diş
yolduğum bıyık
çiğnediğim badak
ve ısırdığım sigarayla güreşmem
demek dünyayı
oyuncak bir ayı
kendini de mitolojik bir kahraman sanan
bu ahmak pehlivanın
gündüz kafasındaki sesine
gece de anahtarı karanlık
kilidi yalnızlık olan odasındaki gölgesine
avının ensesine atlayan
bir kaplan gibi
tek dalıp
kendini yere sermesi boşunaymış

demek bir günah hamamında
rakısına buz yerine ateş koyarak
külhanlığını kendi kanında deneyen

ve çıplak sırtına
sapı korku taşlarıyla işlemeli
fırtına bıçakları batarken

seni düşünen bu delinin
aylardır içini kemiren o akrep sinsiliği
ve gözbebeklerine iki kesik tırnak gibi oturan
o ölüm sessizliği buymuş
demek her gece
karanlıkta inip kalkan bir çekice benzeyen
o korku buymuş
demek dudağım tahtadanmış
dilim keçeden, yüreğimde taş

demek ben
kurtların kuşların
talan ettiği bir bahçeden
ayırdı olmayan bir beden
taşıyormuşum bilmeden
demek ben sana
bir destana sığmayan
her dizesi bir dalga
her sayfası bir deniz kadar geniş ve derin
ak köpüklü şiirler

ve mavinin her tonu mektuplar göndermenin
sıkılmadan kendime verdiğim
kocaman birer “aferin” olduğunu
bilmemişim
demek, bu acıyla kilitlenen gecelerde
beynimdeki çelik çekmecelerde gizlediğim
çiçek gibi dizelerim

elinde solacak son şiirlerim olacakmış
imza kerem
ellerinden öperem

Karanlık bir geceydi
Dışarıda yer yüzünü baştan başa ışıtan
Başını kuma gömen kuştan
Yüreği taştan yılana kadar her canlıya
Korkulu anlar yaşatan
Şimşekler çakıyordu

Oldu-bitti karanlıktan korkarım
Ama korkusuz bir dile benzettiğim
Yıldırımdan asla
Korktuğum iki şey daha var
Biri yılan
Diğeri de yalan

Karanlık uzdur sessizdir
Yılan da öyle
Oysa yıldırımı en azından
Şimşek gibi konuşan bir elçisi var
Ama karanlıkla yılanın
Ne sesi ne gölgesi var

Karanlıkta
Bir dilsizin mırıldandığı şarkı gibi
Bakmakla görmek arasındaki farkı düşünüyorum

Düşünürken görünmeyen bir el
Denizi toprağı ve dağı
İçinden aydınlatan o dev ışıldağı
Tutunca geceye
Beynimin çekirdeğinde
Bir ışık yandı
Bir patlama oldu
Vücudumdaki her madde
Tekin olmayan bir yol veya bir cadde gibi
Aydınlanarak
Her yerimde
Kekeme bir dilin
Çözemediği bir denkleme
Bulduğu formül gibi
Ansızın bir rahatlama oldu
Yeter artık, yeter dedim
Yeter de artar bile
Önce o özürlü dilinle
Kendinden özür dile
Sonra da iki elinle
İki yakandan tut
Kendini kendinden silkele

Suskunluğu yılgınlığı üzerinden at
Kökünden sökülen bir ağaç gibi toprağını çatlat
Bi şeyler düşün, bi şeyler yaz
Taş gibi durma, taştan ses çıkmaz

Damlaları büyüt
Suları yürüt
Yeni denizler yarat

Ateş gibi kımılda külünde
Her şey senin elinde

Eskisi gibi düşüncesinden ürken
Erken bunamış hastalar gibi
Kendi kendine konuşma
Ve yorgun bir gölge gibi düşme kendi üstüne
Derinde izlerin içinden çıkan bir fırtına gibi
Atla dalgaların sırtına

Ve korkma
Yüreği yüreğin gibi çarpan sularda
Balıklarını erken uyutmuş
Yosun tutmuş soruların üstüne gitmekten

Nitekim aylardan beri
Başıma bela olan
Bir deri bir kemik
O ukala kurt
İntihar eden bir put gibi
O gece orada çatlayarak öldü
Ve ağıt olarak dilimden
Börklüce Mustafa’nın şu sözleri döküldü
“yürek deniz dil dalgadır
deniz çırpınmaya başladı mı
o denizde ne varsa
dalga getirip onu kıyıya bırakır.”

O anda orada
Bir yarada biriken irin gibi
Kafamdaki biriken suyu
Boşaltmaya başladım
Ve aylardır içimde bir büyü gibi
Palazlanan üzüntüyü
Arafat’ta şeytan taşlayan hacılar gibi
Taşlamaya başladım

Ey cahilin cahili
Ey eksikler hamalı
Hoca Nasrettin gibi
Kestin bindiğin dalı
Sana, ne dost ne yoldaş
İnsan bile denilmez
Senin gibi bir pislik
Boklu bezle silinmez

Sendeki tek özellik
Geçici bir güzellik
Başka niteliğin yok
Gerisi gevezelik

Kırılmayasın diye
Gevşek tuttuysam ipi
Gözüme mi sok dedim
Elindeki her çöpü

Şu benim dar dünyamda
Senin en büyük dağın
Noktadan küçük kalır
Kımıldarsa dudağım

Bir dolarsam dilime
Tümcem yarıda kalır
Tek sözüm dul bırakır
Virgül ağzımda kalır

Ey anatomik mimikleri ancak
Kalça dudak ve bacak edebiyatına
Malzeme olabilen alçak yaratık

Bıktım artık
Bıktım ve attım beynimin artık kilolarını
Ve kırıp fırlattım sahibine
Boynuma kuduz gibi sarılan cehaletimin
Kalın kıllı yularını
Çünkü yaşım kırk
Dünkü çocuk değilim artık

Öykünü öğrenene kadar
Seni kameralı bir radar gibi izledim
Kör baktığın tarafları
İleride sergiye çıkaracağım fotoğrafları
Çekerek temizledim
Şimdi onları teker teker
Beynindeki karanlık odadan çıkar
Kurut, ser ve koy önüne diyor
Dününe röportaj yapan
Kamuflaj ve montaj tanımayan
Bu usta beynim

Sanırım bu fotoğraflar
Kirli bezlere belenen
Ve pislikleri içinde debelenen
Sahipsiz bebeklere söylenen anlamsız ninniler gibi
Anlamsız fotoğraflar olmaz

Bu fotoğrafların her biri
Senin gibi kurbanlık bir kuzu için
Bir çuval muzu
Kabuğuyla yiyen bir kuyumcu domuzu

Ve ayıbıyla bir bulmaca gibi
Her gece karanlıkta uğraşıp çözemeyen
Onursuz bir kızı
Sergilemeye yeter

Yıl ‘86
Ay aralıktı
Dünya büyük bir akvaryum
İnsanlar da irili-ufaklı birer balıktı

Balıkların her biri
Kendilerinden daha iri balıklar için yüzerken
Karşına bir yunus çıktı

Yunus bir aşıktı
Ama sana mı ? Hayır.
Bir başkasına mı ? Yine hayır
Öyleyse kime ?
Onu da sen ayır
Çevrende sana “hayır” demeyen
Ve birer pirana gibi seni izleyen
O hayırsız balıklardan
Gerçi şu anda
Yüreğim rahvan bir at
Kafam elektronik bir saat gibi
Hatasız çalışıyor
Hasta filan değilim
Her dakika her saat
Ayrı bir konu ayrı bir eğilim içindeyim

Eskisi gibi
Seni suçlayan herkesi
Düşman görüp karşıma almıyorum
Sessiz ve sağır kalıyorum
Günlerce yorum yapıp şiirler yazdığım adına

Tıpkı deli bir mahkumun
Kavrulmuş bir kumun üzerine uzanmış
Sarhoş bir kadına
Korka korka bakması gibi uzak duruyorum sana
Ve eskisi gibi
Her gün sabahtan akşama kadar
Akşamdan sabaha kadar
Romantizmin kahkaha duvarında
Kendini çarmıha geren
Bir eren gibi
İzlemiyorum kendimi
Çünkü
Şu at eziği dilimde
Bir isyan müziği gibi sıcak
Ve her sözcüğü
Beynine birer çivi gibi çakılacak
Dizelerimle
Benden davacı olan öfkeme göre
Bir mahkeme kurdum
Adı şiir mahkemesi
Konusu da
Suda boğulan bir balığın
Uykuda bıçaklanan sesi

Sağırı dilsizi kekemesi
Bekçisi polisi askeri
İşçisi köylüsü memuru rençberi
Hemen hemen her kesimden her kes
Bu mahkemeye çağrılıdır

Bilindiği gibi
Halkı yargıya ortak etmek
Bağımsız mahkemelerin en demokratik kuralıdır

Ey yalanları
Dilinde mum damlaları gibi donan
Ve şerefi
Muhabbet tellalı anasının elinde
Kirlenerek terfi alan pis mendil

Şimdi kafamın çevresine
Kalın bir duvar gibi örülen
O ar ve namus kalende

Her burcuna
Bana olan gizli borcuna karşı
İki asker gibi diktiğin
Postunu muz gibi soyan
O kuyumcu dostunu
Ve daima
‘81 model arabana
diplomalı bir dana gibi aldığın
yeşil kravatlı
o sarı köse suratlı avukatını al
bekle çağrımı

bekle de gör
ihanetinle kör edemediğin
bu, nokta virgül
nota ve makam bilen
ve çelik bir bıçak gibi bilenen
kendinden emin kalemimin
sana neler anlatacağını

bu bitirim dilimde
kötürüm olan sözlerimin
ne yaralar döktüğünü

yaraların sorulardan
soruların yaralardan
neler çektiğini gör ve bekle

bekle de
seni her zaman
bir-iki çiçekle karşılayan bu şairin
her satırı
bir cellat satırı
her sayfası
bir idam sehpası olan dizeleriyle
sana neler soracağını duy

ey her çıplak göğüste
piste çıkan kanaryalar gibi
arabesk aryalar söyleyen bayan
anladım ki sendeki o etli yumuşak
ve yuvarlak iki al dudak

bal yerine
irine benzer
kirli köpüklü sözler yalamakla alıyor gıdasını
ve yalanlarını
pis kokan bir çukurdan ayırımsız ağzına
ruhsatsız bir eczane vitrini gibi dizerek
derde deva sandığı kürdan gibi sözlerle temizliyor
o kirli köpüklerle çürüyen dişlerinin arasını

Ey donu
kuyumcu atölyelerinde
tansiyonu gibi düşen
süslü vitrinlerin maymunu

seni, o haziran sabahında
bir kuyumcu dükkanında
ağzı kulaklarında gülerken gördüğüm zaman
defterini dürdüm
duvarını ördüm
ve sınırını çizdim
ve seni o anda
ağzımdan ve burnumdan
bir kan topağı gibi tükürdüm

çünkü ben hep derdim
töremde
namus helaline özgü bir yazıdır
elden ele okunamaz
o, belalı bir bombadır
ona sahibi dışında kimse dokunamaz
o ne abdesttir nede namaz
abdest bozulabilir
namaz kılınmasa da olur
ama namus bir onurdur
insan onursuz yaşayamaz

eğer bir kimse
namussuz değilse
asgari ücretin
bir kilo etin altında kaldığı
ve erkek orospu bir artistin
konser biletinden
daha az olduğu bir ülkede
altmış bin lira maaşla
altına
beş kilo altına bedel
’81 model
özel bir araba alamaz
ve bir başkasının
birkaç yasak aşkının
halkının diline düştüğü bir belediyede
terli-terbiyeli masum bir memur gibi oturup
kiloyla altın
desteyle hisse senedi ve tahvil sahibi olamaz

Ey öfkemin vitrininde
Boyun vidası yalama olmuş mankene dönen
Sürtük çingene

Ananı
Kuduz bir hayvanı
Sönmemiş bir kirece gömer gibi gömdüm
Kendi çöplüğüne
Şimdi sıra sende, söyle senin cinsin ne ?

Ey tek çeşmeden akan suyla
Dolmayan ve doymayan göl
Ey ihanet tohumu ey haram döl
Acısı ağzımda
Dolama olmuş bir parmak gibi zonklayan dilimden
Herhangi bir ödül bekleme

Çünkü bu dil
Ne keli görününce
Gözümdeki kıla kurşun sıkan bir deli
Ne de suskunluğun havasızlığında boğularak şişen
Ve şiştikçe irileşen ölü bir organ değil

Ve bu dil
Ne ruhun karanlığına
Metafizik boyalarla makyaj yapan
Kokulara yağ çeker

Örneğin bu dilin bir huyu var
Etkili bir söz buldu mu
Yılan bile olsa onu alır koynuna
Ama kötü sözü
Dona düşen son damla gibi
Saklar düşmanına
Ey ihanet mimarı
Ey kafamın yarısı sandığım
Onun-bunun gayrı resmi karısı
Veya kız görünümlü karı
Senin gibi dişi bir sahtekarı tanımam
Aşağı-yukarı tam on ayımı aldı

Bu on ayda
Sana eğri bir söz söylememek için
Hemen hemen her gün
Kırk doğrunun gönlünü alarak
Ve mor bir hamur gibi yoğrularak
Şişene dek bekledim
Ey her karesi
Kara bir gece gibi
Ruhuma acı ve işkence veren
Kör ve kültürsüz bulmaca

Dile kolay ve yazık
Kadınlar dokuz ayda
Ben on ayda
Kaz gibi düşünüp
Kazık gibi bekleyerek ulaştım bu amaca

Bu on ayda,kurak bir toprak
Sürülerek ve sulanarak nasıl yeşerirse
Ve kekeme bir dil
Okuyarak ve anlatarak nasıl gelişirse
Ben de seni
Çağdaş ve yeni bir şehir gibi kurduğum
Bu şiir mülküme öyle işledim

Sen ise beni
Kendi diliyle kendine gebe bırakan
Ve doğurmadan
Karnındaki yavrudan bıkan bir kedi gibi
Karnında parçaladın, karnında yedin
İşin bitince de
“bana hesap mı soracaksın ?” dedin

ey ihanetin yemi
ey yalanın kiralık hakemi
iyi bir denizden ancak
bir iki damlasını verebildiğim sevgimi
kirli hamuruna maya olarak katmadım
ve demi tutmayan kireçli çay suyu gibi kanına
feodal yanıma yaslanarak öfkemi akıtmadım
bunu yapabilirdim, ama yapmadım
çünkü ben, ne avına
sinsi sinsi sokulan
uz bir yılan
ne anan gibi
sürekli erkek için yanan
cinsi belirsiz
hain ve sessiz bir akrep

ne göze girmek için
söze kulp takan bir kuyumcu
ne de cehaletini bir sümüklü böcek gibi
ardında iz olarak bırakan
şerefsiz bir avukat değil
ateşi külde
sözü dilde üşütmeyen bir şairim

söz bende
alevle yıkanır
ışıkla pişer
bilinçle yaşar
yalanla dolanla değil

yalan dolanla karıştırılan sözü
her kesin gözü önünde
muz gibi soyar
donsuz bir dansöz gibi oynatırım

ve hatır gönül dinlemem
bir edebiyat mührü gibi
basarım küfrü
sözü, sürü gibi güden
çobanların suratına

içimde ne varsa
karşımdaki beni vursa bile
onu söylemekten çekinmem
çünkü ben, sözü soğan gibi doğrayan
bir aşçı değil

kendinde sürekli eksik arayan bir demokratım
düşüncemde tarak değince kırılan
saç teli gibi ince
ve el değince küstümotu gibi darılan
sözlere yer vermem
yalanı korumam
sorularımı da ikiyüzlülükle
ve gizlilikle doyurmam
hele hele yalan söyleyerek
dürüstlüğe leke süren bir erkek
ya da yalanını
şerefsizliğiyle kalaylayan bir bayanı
her zaman
bağlı olduğu zincire havlayan
bir köpek gibi azarlarım
kayırmam
ey sömürene dost
sömürülene kör bakan
yapışkan kene
yüzündeki yapay maskene tükürmek
ve gerçek yüzünü görmek için
aylardır seni silik bir tura
felsefeni de naylon bir fatura gibi inceledim

anladım ki anan koyun, sen kuzusun
sen o ananın kızısın
anan bir koç’un metresi
sen de bir kuyumcunun
istersen bunu
kot pantolonlu bir ahtapot gibi
sağlı sollu yürüyen
ve bir koç’un dostu olan
o utanmaz anana
ya da dili ağzında ona göre bir çiklete
bana göre de
“kedi payı” denilen o haram ete benzeyen
ve her yere
pelerinli sarı bir fare gibi giren
o avukatına sor

ey değersizliğin ayarı
ey terbiyesizliğin
kendiliğinden çözülen naylon fermuarı

anımsıyorsan eğer

27 mayıs ’87 günü Ankara’dan
körlerin bile uzaktan tanıdığı
ayı manığı bir zamparadan
adına gelen 120.000 lirayı
utanmadan ve saymadan koydun cebine

o anda yerin dibine batsaydın
şahsen daha çok sevinirdim
cebine koyduğun o paranın yerine
çünkü o para
garsoniyerine kapattığı evli koyunlara
hızar görmemiş odunlara benzeyen
kıllı bacakları arasında
rakı içirtip
onlara şarkı söyleten bir koç’tan gelen
hem kan hem de irinle lekelenen bir paraydı

o gün sevinçle yanıma geldin
bir ayna gibiydin
“bana biraz para gelmiş birinden” dedin
-kimden ?
-bilmiyorum
üç boyutlu bir fotoğrafa bakar gibi sana baktım
içindeki ne ben ne de sen değildin

ey çatal dili
şeytan kılıklı
kuzu kulaklı tilki
şunu iyi bil ki
seninle bölüşecek bir bitimin kalmadığı
ve işinin bittiği o gün
bir kan dilimi gibi kesip önüme koyduğun o cümle
beni, olan gücümle senin dışına itti

o gün sen gittikten sonra
senin gibi bir kusura açtığım o son telefonda
sesim, namlusunda unutulan bir kurşun gibi
patladı kafamda

o anda sen de duydun o sesi
o anda her şey bir daha bitti

şimdi sen sen ol da
kafandaki karakolda
tam on ay seni döven polise
mümkünse diş bileme

ve mümkünse
dalgaları ağzından
kan gibi fışkıran bir denizde
sabırla balık yakala

ve mümkünse o suda
kan kokusu almış bir köpek balığı gibi
pusuda bekleyen
ve sevgiyi kafasında
boğazladığı bir leş gibi sürükleyen
o terbiyeli uslu ve namuslu kıza
bir tek söz söyleme

ve buza takılan bir kelepçe gibi
hem yan hem don
hem de kafana beton gibi düşen
o ton ağırlığındaki soru karşısında sus !..

eğer insan
bahar kadar güzel
güneş gibi sıcak
evren kadar geniş
ve bir kitap gibi sabırlı olmasa
böyle bir olay karşısında
verdiği kararda kolay kolay yanılmaz

bu karar
bir intihar gerçeği
veya bir cinayet seçeneği olsa bile
yine yanılmaz

çünkü öyle bir anda
hazreti Eyüp olsan da
dünya bir mezar
denizler kan olur
kafan Nuh’un gemisi
gövden de tufan olur
ve daha da ötesi
öfke, pençesinde kan kuruyan
çelik gagalı
kurşun bakışlı
şer nakışlı
zor soluyan bir şahin olur
işte o zaman
sevgi renk değiştirerek
ya yaralı bir engerek
ya da kasap bekleyen deli bir koyun olur

ve hesap sormak vazgeçilmez bir yemin
dil de
kurşun kusan bir Kaleşnikof kadar
gaddar kör ve hain olur

ey hazreti ihanet
ey bilinç pazarlarında
sağırların ve körlerin bile
bakmaya tenezzül etmediği kirli etiket

hesap zamanı geliyor
kendini hazır et

şimdi o hesabı
günahı ve sevabı seni yansıtan
bir ayna gibi tutacağım gözüne
ve her ayıbını
flaş bir haber gibi patlatacağım yüzüne

Ey yeşilin en koyu tonu
Ey yalanın en büyük patronu
Ey ihanetin masum yüzlü torunu

Sen bana resmen ihanet ettin
İhanetin
İki azı dişle sünnet ettiğin bir et gibi
Kopardı seni benden

O konuda ne dinim
Ne imanım
Ne de seni bağışlayacak
Bir zamanım yok

Kim ki o virüsü kanında taşırsa
Anam da olsa
Yavrusunu yiyen bir kediden
Farkı yoktur yanımda

Bundan sonra sen
Ne dokunabileceğim bir ten
Ne de yürekten kan verebileceğim
Bir hasta değilsin

Sen bir pazarsın
Hem de her yeri açık bir Pazar
Sana iftar zamanı rastlayan
En dindar bir ihtiyar bile
Karşında lahavlevela çekip
Ya abdest, ya oruç bozar
Ben kan vermezsem ne yazar ?

Bilirsin ki bazı değerler var ki, lekelenemez
Örneğin: namus…
Ve bazı yerler var ki, kir kabul etmez
Örneğin: alın

Bazı şeyler var, yaşlanmazlar
Örneğin: Fotoğraflar
Ve bazı kimseler var ölmezler,
Örneğin: ışıkları karanlıklarıyla
Doğruları çürük yanlarıyla gören
Şair yazar ve filozoflar

Ve bilindiği gibi bu monoton yaşam
Elli-altmış yaşına kadar süren bir maratondur
Soytarısından kuklasına,
Ayağı karnında saklısından, kırkayaklısına
Kravatlısından sarıklısına
Ve kültürlü soyguncusundan cüppeli hocasına dek
Kadın-erkek herkes koşar bu maratonda

Kimi kimliğini şerefle taşır alnında
Kimi doğrusunda, kimi yalanında
Kimi apış arasında, kimi cüzdanında
Kimi üniformasında, kimi efendisinin ardında

Kimi de benim gibi sırtında kamburuyla
Ve kafasındaki bin bir soruyla
Kimi de senin gibi alnındaki uruyla koşar

Ey hüznü
Kan kurusu kabuğunu yüzüne
Bir astar gibi çeken
Yumuşak diken
Masum masken
Erken doğum yapan bir fahişenin puştu gibi
Düştü dibine

Artık alnındaki urunu gizlemene
Ve başını eğmene gerek yok

Unutma ki insan insansa eğer
Bu onuru taşımayanlara
Boyun vidası yalama olmuş mankenler bile güler
Ey çıkarla sarhoş olup
Kinle ayılan
Sarı kanlı yılan
İyi biliyorum ki şu anda
Demir dikenli bir soru gibi kımıldıyorum kafanda
Fakat İsa gibi gökyüzüne çıksan da
Pek yakında
“bir şiir mahkemesi” adlı bu oyunun afişinde
donu
tansiyonu gibi düşen biri olarak
seni sözlü yazılı ve görsel basına ihbar edeceğim

sen de
bu şiir mahkemesinde
ensende bacak bacak üstüne atarak
sana suflörlük yapacak
birkaç dişi it
ve bir iki çakal kiralayarak git
beni istediğin kadıya ve hatta ulemaya şikayet et
“bana kulp taktı” diye
şimdi başını dik tut
göğsünü iyice ger
ve rütbesiz bir er gibi dinle beni
çünkü beklediğin o hesap günü
yağlı bir ip gibi bekliyor seni

bu gün “o günü”
hücresinde saydığı her gününü
bir tespihin ipine
tane tane
dizen idamlık bir mahkumun
kini gibi koyacağım önüne
çünkü her türlü foyan çıktı meydana
ve her şey
neden, niçin, kime ne
demene gerek kalmadan
kendiliğinden geldi gündemine

şimdi soruyorum sana
ey yüzünü ay gibi temiz
kanını süt gibi lekesiz sandığım
terbiyesiz ve namussuz kız

neden antenini
insani yönlerime göre ayarlayarak
ve yüreğimi
yalan tüylü bir üzüntüyle okşayarak
tam on ay
beni bir kobay gibi kullanıp
kanımda kamp kuran
kör bir solucan gibi gezdin durdun

neden kafamı
uzun bir süre
veremli bir pire gibi
“öksüre öksüre” işgal edip
sonu başından belli olan
bu çirkin oyunu oynadın bana

buruşturup çöp kutuna attığın
mektup ve şiirlerim
bir yakınımı işe aldırmana
tavassut etsin diye mi geldi masana

dilim
bir karpuz dilimi gibi
her halimi
açıkça anlatırken sana
neden suyumu emip payını aldıktan sonra
susuzluğumu
bir limon kabuğu gibi bıraktın bana

neden kış uykusuna yatan
uyuşuk bir yılan gibi susarak
düşüncesine yerleştiğin bu kişinin
senin gibi bir kış güneşinin karşısında
otuz iki dişiyle birden titreyişinin
nedenini sormadın

neden, bir mengeneden kurtulmak
ve toprağına uygun bir tohum bulmak için
içine düştüğü bir düş çukurunda
seni değerli bir maden gibi işleyen
bu kişinin
orada işinin ne olduğunu sormadın

ve neden
sana hediye olarak
bir belediye odacısıyla gönderdiğim
kültür aynası ve benzeri birkaç şeyi
bir ayyaşın bir şişeyi açtığı heyecanla
ambalajından çıkarıp açtıktan sonra
yumruklarınla duvara vurarak ağladın
ve beni “anlayışsız eşek” diye aşağıladın

günün birinde de
“her şeyin bir bedeli
her hediyenin de bir dili var” deyince
neden ince bir çöp gibi kırıldın

bilseydim eğer
“değerin yürekte değil de
dilde taşınan bir eyer olduğunu
sana şiir ve mektuplarımla beraber
gönderdiğim o hediyeler yerine
ya bulaşık yıkaman için biraz toz
ya cam silmen için birkaç parça bez
ya bir-iki “kadınca” benzeri dergi
ya da Bereket Tanrısı’nın
havuçtan heykelini gönderirdim

sen de
ne nitelikte olduğunu anlar
benim sana vermeyi unuttuğumu
sen kendine verirdin

bilmiyor muydun
bir şairin vereceği en güzel armağan
ya ucundan
mavi gökyüzü yağan bir dolmakalem
ya da içinde bir dilim “güneş” saklı
kültür militanı, yasaklı bir kitap olabileceğini

ey geçmişini miktiğimin soytarısı
vakti geldi artık, açıyorum iftarı
ama su ve zeytinle değil
hamurunu yoğurduğum bozuk sütünle

eğer ben
senin gibi beleş leş arayan bir karga olsaydım
bir falcı gibi suya bakar
her sözüne yalan bir püskül takar
gıdamı aldıktan sonra
uykuma göre bir rüya arardım

ve sakınmadan tarardım
kafasının yarısı et
yarısı mücevherat olan bir kuyumcunun saçını

ve onun saçındaki altın tozlarını
tarağımda bir kir gibi saklamak için
her gecesi ancak o an yaşayan
ve ayrı bir can taşıyan
yılan yavruları gibi
yalan sözler ezberler
geveze berberler gibi başlardım traşa

ve eğer ben
her devrin iti gibi
elimdeki şerbeti
nabza göre veren bir kaypak olsaydım
yıllar önce yanında
kucağında çalıştığın
dili gövdesinden uzun
o bukalemun avukatının
bordo yakalı siyah pelerinini
bir eyer gibi giyer

senin için her karara
imza atabilecek kadar gözü kara biriyim, diyerek
göğsünde iki köpük gibi kabaran o ak memelerini
parmak
dudak
kirpik
ve bıyıklarımla tavaf ederek
şaraba benzer
bir araba laf ederdim

ama ben, ne kargayım, ne bukalemun
ne de bir kuyumcu atölyesinin tozlarını
kirpikleriyle yalayıp
gözyaşlarıyla temizleyen bir sabun

ben sürekli yeşeren
ve özgür düşünceye aşeren bir şairim
şiir benim ikinci karım
dizeler de çocuklarım

özellikle geceleri
“kadınları ve yıldızları
güzel gösteren geceleri”
kapıları ve pencereleri karanlığa kapatarak
sözcüklerle sevişirim

ve düşünsel kavganın eylem alanında
beynini karnında değil
alnında taşıyarak
karşımda kalem oynatanlarla dövüşürüm
paranın ensesinde amuda kalkarak
rakkaselik yapan maymunlarla değil

ey kocaman bir yokuşu
bilinçsizce sırtında taşıyan
ve kafasını kuma gömerek
sorumsuzca yaşayan deve kuşu

ben senden ekmek-peynir ister gibi
bilmem ne istemedim
sana kuran-kitap, din gibi güven veren
yemin hapları ve şurupları içirip
etini sat
bana para getir demedim

ben sana kendine sahip ol
boynuma ip ol
bitlerinden, pirelerinden silkin
tertemiz ve örnek bir tip ol dedim
başka bir şey demedim

ey kendini su perisi sanan kaz
“anan da senin gibiydi
sen de anan gibi olacaksın,”
bunu bir tarafa yaz

çünkü sen, sömürünün siperinde
Allah’ına dua ederek
İhanet silahına sarılıp yatan
Ve kendini bile tanımayan gölgesini
Alavere-dalavere ile şeytan kılığına sokup
Onu bir nöbetçi gibi başında tutan
Şerefsiz birisin
Sen,genleri ellenmiş
Ve ahlak ölçüleri
Namus emlakçıları tarafından parsellenmiş
Kan emici kuşlar kadar pis
Ve yaladığı kemikten usanmayan
Kancık bir itten daha düzeysiz birisin
İşte bu yüzden
Seni bir pislik gibi çıkardım gözden
Nasıl ki cehalet
Toplumdaki bazı yoz fikirlere alet olup
Kendi ürünü olan bir piçi
Yapısının bir kerpici değil de
Bir ahlak suçu sayıp onu dışlarsa
Nasıl ki bir demirci
Kıvılcımlardan yanan eline tükürerek
En son çekici
Var gücüyle vurursa örse

Ve nasıl ki çürük bir diş
İrin dolu şiş bir çeneden sökülürken
İnsanı her yerinden iğdiş ederse

Ben de seni
O öfke, o nefret ve o güçle
Öyle kovdum içimden

Artık zaman geçmeden çık
Namussuzluğun dışında
Bir gökyüzü gibi her fikre açık
Bu aydınlık kafamdan
Ve kendi kendine “güle güle” diyerek
Titrek iki parmak arasında duran
Bir sigara külü gibi
Düş yakamdan

Ve verdiğim son karar
Senden “hanım” olmaz
Hepsi bu kadar…
Senin “hanım” olman için
Ya, o kuyumcu dükkanında
Unuttuğun donunun lastiğiyle
Kendini boğman

Ya, pisliğini yere gömen bir kedi gibi
Karanlık bir gece seçip
Kendi leşini kendi elinle
Sönmemiş bir kirece gömüp yeniden doğman

Ya da o ayıp yerini
Dilinle yalayıp temizledikten sonra
Azrail gibi bir doktora rüşvet verip
Canını onun yanında kendi elinle alman gerek

Bunu yapamadıktan sonra
Sen “hanım” olamazsın
Yapsan bile
Darbeyi bir yılan gibi belinden yemişsin
Bir daha doğrulamazsın
Bu nedenle senin yerin
Benim yüreğim değil…

Senin yerin
Kirli zevklere
Gözü kapalı imza atan
Kibirli lümpen pezevenklere
Bol rakamlı çekler uzatan
Ahiretten haber,
Cennetten gümrüksüz ruh,
Ve gökten bakire yıldız ithalatı yaparak
Tevekküle hile katan
Ve halkın geleceğini
Karaborsada aspirin gibi satan
Şarlatanların yanıdır
Senin yerin
On beşinde hamile
On sekizinde kilim
Yirmisinde çul olan
Yirmi beşinde boş bir şişe
Otuzunda çürük bir dişe dönüp
Otuz beşinde hiçbir işe yaramayan
Fahişelerin yanıdır
Benim yüreğim değil
Çünkü ben yüreğimi
Ne vücudunun üzerinde
Onun-bunun
Odun kıymıkları gibi bıraktığı
Kan kiri
Kuru lekeleri çıkaran bir hamam

Ne de imamı ibne olan orospuların
Donsuz namaz kıldığı bir cami gibi kullanamam

Bunu ancak
Avcı bir balığa benzediği halde
Asalak bir yaşamın barınağı olan bir ağa,
Kendini çocukken atan
Ve şimdi bir koçu dost tutan
O fettan anan yapar
O, önce yasal olmayan
Mayan gibi bozuk
Yasak bir sigortaya üye olmuş

Yaşı on beşmiş
Taze kısrak bir taya benziyormuş
Tilkilerle geziyor
Domuzlarla yüzüyormuş
İşi işmiş…
Tavşan gibi korkak
Serçe gibi ürkek
Ve pire kadar bir yürek taşımasına karşın
Önüne çıkan her erkeğin kollarında
Yularında zil olan
Çıplak rezil ve yapışkan
Bir solucan gibi
Yalanıp duruyormuş
Namusunu
Bir orospu sabunu gibi kullanıp
Orospuluğu da
Yalanın en yüksek kerteden memurluğu sanıyormuş

O, afyonlu gecenin karanlığında
Salyaları ağzında köpüklenirken
Elleri boğazında kilitlenen
Ve apış arası pislikten bitlenen bir lezbiyenin
Titreyen tüylü bacakları arasında
Miyavlaya miyavlaya almış
İlk üyelik kartını
Ananı satmak
Ve etiyle bir kemik gibi yatmak için
Dudağına kızlığının kızıllığını süren
Hem orospu, hem ibne olan o lezbiyen
Tedavüle sürülen yeni bir para gibi
Sürmüş ananı
Kimsesiz kızların ayıp sattığı bir pazara
Ve günün birinde anan
Gövdesiyle dudağına dolduğu
Bir tarla mankeninin
Bir gecelik zevkiyle bir bebek doğurmuş
İşte o dönek erkek
Belki de kanı
Seninki gibi bozuk olduğu için ananı
Memelerinde sütünü kuruttuğu
Bir inek gibi terk ederek
Bir engerek gibi kaçıp gitmiş
Kendi karanlığına

Anan da
Dokuz aylık pişmanlık uykusuna dalarak
Bir salyangoz gibi çekilmiş kabuğuna
Seni doğurana kadar

Sonra
Bir iki lezbiyen Şahmeran’ın verdiği
Birkaç şifreli
Birkaç vurkaç adreste
Hasta kafasındaki aç ve cünüp bir şeytanın
İki dudağıyla ilaç gibi aldığı,
Ve ruj gibi çaldığı yapay bir abdestle
Her gece
Göbeği boynu gibi kalın
Bir yılanın ardında
“Ayy,Oyy” diye namaz kılan
Müslüman bir yılan olarak inanmış kadınlığına

Ey üstüne tuz dökülecek
İğrenç sümüklüböcek
Dilin kemiği yoktur
Ama polemiği çoktur
İnsan bir yerde tanrı da olsa
Her duayı söyleyemeyen bir çocuktur

Eğer yüreğimi acıtan
Her fırsattan yararlanıp
Anlatsaydım seni

Hiçbir giysini çıkarmadan
Başından aşağı
Kızgın bir yağı döker gibi
Bir bidon benzin döker
Kibritini kendin çakar
Çayda eriyen bir şeker gibi
Kendini kaybederdin kendi acında

Bunu yapamadığım için beni bağışla
Çünkü ben insanı sözle yaralarım
Sopa, bıçak ve taşla değil

Benim tek hünerim
Sözle resim yapar fotoğraf çekerim
Gerekirse sözü taşa bile ekerim
Sözün gücünü göstermek için

Ey anasının
Suyu, ekmeği ve tuzu gibi aziz bildiği
Ve üzerine kutsal bir kitap gibi
Titreyerek eğildiği
Terbiyeli uslu ve namuslu kızı

İnsan bazen dürüstlükle kepaze
Bazen de hiç yoktan müzelik olur
Bundan sonra seni anmak
Benim için gevezelik olur

Ey ihaneti
Sevgi sanatı olarak icra eden
İki yüzlülüğün çift imzalı makbuzu
Şimdi çöz hırsının ellerini
Hırsın
Sıksın yumruklarını
Vursun var gücüye alnındaki o ura

Mecbur muyum, desin
Mecbur muyum bu uru
Alnımda bir soru gibi gezdirmeye

Dilim varmıyor söylemeye
Ama söyleyeceğim
Mecbursun
Çünkü sen bu kursun öğrencisi
Anan da hocası olduğu sürece
Bu uru
Notredamus’un ünlü kamburu gibi
Taşımaya mecbursun

Ey karnına pis gaz sıkıştırılmış
Ve üzerine, etiket yerine
Belden aşağı resimler yapıştırılmış
Açacağı para olan kumar meclislerinin
Hediyelik gazozu

O ur
Öyle gavur bir ur ki
Onu, ne bir tıp doktoru
Ne de bir aptal
Cesaret edip alamaz
Ve o ura
Ne akupunktur
Ne de lazer kar eder

Onu, zebaniler görse kaçar
Şeytan görse lahavlevela çekip
Tanrı’ya havale eder

Ey çift darabalı
Fincan kadar dar dükkanına
Gündüzleri havuç,patlıcan,hıyar
Geceleri, salam, sosis ve sucuk dışında
Mal kabul etmeyen
Ruhsatsız kabzımal

Günün birinde
Bir genelevinde
Kendi alevinde üşüyen bir mum gibi
Tek başına yandığın zaman

İçi boşaltılmış
Ve bir çöplüğe atılmış
Boş bir şişe olduğuna inandığın zaman
Kafalarındaki fikirleri
Etleri çürümüş ölü atların
Kalça ve uyluk kemikleri gibi zor pişen
Ve kasapta asılı etlere konan
Kara sinekler gibi
Kapına ve pencerene üşüşen
Bir göz işaretinle
Bıyıkları burulup, tespih çekişleri değişen
Erkeklere
Cilet ve bıçak izli kalça ve bacaklarını
Göstermeye utandığın zaman

Ve o pörsümüş balon gibi sarkan memelerine
Altı torbalanmış, damarlı şiş gözlerinle
Ve balla ağda yapıp
Sütle yıkadığın vücudundaki darbe izlerine
Bakmaya iğrendiğim zaman
Yani insanlıktan soyutlandıktan sonra
İnsan olduğuna inandığın zaman
Zalim bir aynaya bakarak şu sözleri mırıldan

İnsan alnına lekeyi eliyle sürer
Ama kurşunla yok edemez
Parayla her şeyi satın alabilir
Fakat insan olmayı hak edemez

Ey pasaklı aklı
Bol baldır-bacaklı
Arabesk filmlere meraklı yemlik kuzu

Damladım göl oldum
Ağladım deniz oldum
Elimi-yüzümü kendi suyumla yıkadım
Kurtuldum senden tertemiz oldum

Anladım ki korkular ve dogmalar
Derin çukurlar ve bulutlu dağlar gibi
Gömülmüşse bir insanın kafasına

Onun ne kendine ne de başkalarına yararı var
Artık sen ne dostsun ne de düşman

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ

Sen küçücük aklı
Küçük dili altında
Çiğnenmiş sakız gibi saklı
Kafası su kabağı gibi boş bir kızsın
Yazık beynin bile yok
Bundan sonra sana
Hamamböcekleri, tahtakuruları
Bitler, pireler, lağım fareleri
Ve lezbiyen gardiyanlar acısın
Başka diyeceğim yok

Temyizi kabil olmak üzere vardım bu karara
Temyize göndersen de namuslu bir hakim
Bozamaz bu kararı

Bu mahkeme burada biter
Ve ben çeker giderim…